Yapımcı bir arkadaşımla bu diziyi konuşuyorduk.

Çok masraf ettiklerini ve umutlarının büyük olduğunu ifade ediyordu. Ben ise fragmanlardan umutsuz olduğumu, Fatih’in maço ve intikamcı, babasının da uygunsuz bir karakterde canlandırılmasının içime sinmediğimden bahsetmiştim. Yapımcı dostum, halkımızın sevmesi ve kahramanı tutması için başlangıçta canlandırmanın böyle olması gerektiğini, işin ideal tarafının da arkadan gelebileceğini belirtiyordu.

İlkokuldayken öğretmenlerimiz Tommiks ve Teksas çizgi romanlarımızı toplatırlardı. Annem de öğretmen olduğundan, toplananları arada eve getirir ben de el koyardım. Her ebeveyn gibi bizimkiler de bu çizgi romanları okumamızdan pek hoşlanmazlardı.

Babam bir gün bana, bunlar Amerikan propagandası ne yapacaksın, sen kendi tarihine yönel bak neler göreceksin dedi. Ardından da Abdullah Ziya Kozanoğlu, Enver Behnan Şapolyo ve Feridun Fazıl Tülbentçi’nin eserlerinden oluşan 20 kitaplık bir set getirdi. Artık Osmanlıyı tanımaya başlamıştım. Ardından gelen Malkoçoğlu, Karaoğlan çizgi romanları ve filmleri de bunlara çerez olmuştu.

Buluğ çağımda, İslami vecibeleri öğrenince de Osmanlı tarihinin sırf taht kavgaları ve erotizmden ibaret olamayacağını, ‘Gülbank’ın içindeki saklı ruhu da idrak etmek gerektiğini sorgulamaya başlamıştım.

Gençlik dönemlerimizde hoca efendilerden ısrarla, padişahların ekserinin evliya olduğu telkinleri yapılırdı. Bizlerde ayıp olmasın diye pek ses etmezdik. 60 ve 70’lerde Fiat otomobillere mecbur kaldığımız gibi, baba oğul Sami ve Bora Ayanoğlu’nun Fatih İstanbul’un Fethi filmlerini ibadet vecdiyle seyretmeye mecbur kalıyorduk.

12 Eylül ihtilaline denk gelen IV. Murat, Genç Osman ve Deli İbrahim, devlet tiyatroları oyunları bugün bile takdire değerdi. Ama kim ne derse desin içki içen ve hiç namaz sahnesi olmayan bir Osmanlı padişahı, göğüs dekoltesi ile namahrem vezirler karşısına çıkan hanım sultanlar, Anadolu muhafazakarlığını biraz rahatsız ediyordu.

Gerçi o dönemlerde, toplumdaki yarılma niteliği farklı olduğundan, ortak bir devlet felsefesi çatısında IV. Murat’ta, herkes kendinden bir parça bulabiliyordu. Ta ki Muhteşem Yüzyıl’a kadar.

2000’ler, artık özden ziyade görsel zevklerin ön planda olduğu zaman dilimine bizleri çekmişti. Güzel kadınlar, yakışıklı erkekler, kostümler, mekanlar vs. Muhteşem Yüzyıl ekibi zamanlama itibariyle bu sürecin rüzgarlarını arkasına almış, Anadolu muhafazakarlarının diziye rağbet etmemesine karşın, ülkemizin kısmi bir laik duyarlılığı daha önde olan merkez toplumsal tabanı üzerinden ilgiyle izlenmişti.

Muhteşem Yüzyıl, Fatih dahil, benzer yapımların danışmanlarına baktığınızda konusuna hakim uzmanları görebilirsiniz. O zaman içinizden sormaktasınız “neden tarihsel gerçeklikler tutarlı yansıtılmıyor veya bundan imtina ediliyor” diye. Yanıt genellikle öncelikle üstte belirttiğim ticari ve popüler kaygıları içermekte. Mesela Fatih’in entelektüel, dışa açık ve uzlaşmacı kişiliğini değil de, anakronik olarak maço ve intikamcı bir karakteri bu kaygılarla öne çıkarabiliyorsunuz. Veya Fatih’in o zamanki bugün de dahil Gazali anlayışını İbni Rüşt akılcılığı üzerinden mukayeseli tartışmaya açtırmasını izleyiciye anlatmak cazip gelmeyebilir. Gerekçe ise Muhteşem Yüzyıl’daki gibi basit, konuyu sadece ticarileştirebilmek.

Sorun da aslında buradan başlıyor. Hollywood bu durumlarda, belki de resmi veya özel sponsorlarla, bir paradigma veya felsefi mesajı özneye alıyor. Bu mesajın orijinalliği bozulmadan doğru bir algı ve gri alan çalışmasıyla da yapım ticarileştirilip popülerleştirilebiliyor. Örnek Matrix, Azınlık Raporu, Açlık Oyunları, Benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi vs. Bu yaklaşım mukayese edilmeyecek ticari başarı getirdiği gibi toplumsal aklı da üst katmanlara düşünmeye zorluyor.

Muhteşem Yüzyıl ve Fatih gibi yapımlar doğal olarak ticari kaygıyı önceliyorlar. İdeal ve öz kaygısı taşımamaktalar. Bu ise yapımları hakikileştirmiyor. Bu tür yapımlarda detaylarda da önem arz ediyor. Ayakkabıları ile ev yatağında uyuyanlardan tutun da güneş doğarken namaz kılanlara kadar. Beklenti markayı “adam gibi yaratıp” kendi pazarını oluşturmaktır. Başka bir pazara özsüz ve içeriksiz tezgah açmak olmamalıdır.

Bağlı doğal olarak “Vatanım Sensin”in başarısı veya hakikiliği de sorulacaktır. Bu dizi doğru bir kitleye ve politik zamanlamaya denk gelmiştir. Türkiye’deki politik psikolojik süreç, merkezine laik değerleri alan bir kitleye çaresizlik ve kuşatılmışlık hissi yaşatmaktadır. İzmir’de yaşayan vatandaşlarımızda değişik nedenlerle bu kırgınlık hissi daha yoğun yaşanmaktadır.

İzmir’in işgali, kuşatılmışlığı ve M. Kemal Paşa’nın liderliğinde kurtuluşu senaryosu bu politik yasın yaşanmasına ve duygusal deşarjına uygun bir reçete teşkil etmektedir. Ayrıca dizide eski benzerlerinin aksine, (irtica diye aşağılanan) muhafazakar dindar insanlar da onore edilmeye çalışılmışlardır.

Ancak Vatanım Sensin ekibinin, bu motivasyonla Fatih’i, muhafazakar Türkiye’nin mahallesinde Muhteşem Yüzyıl mantığı ile oynatmaya başlayınca, işlerin Vatanım Sensin’deki gibi gitmediğini görmüş oldular.

Burada yapılması gereken; ya Payitaht, Diriliş veya Kurtlar Vadisi anakronizmi ve popülizmi ile yaklaşmak ki bu işin orijinal patenti burada değil veya özü-içeriği marka haline getirip, herkes için fark yaratmaktı.

Ne yazık ki Türk solunun, muhafazakarları hala merak etmeme, kendi tarihini sadece ekonomik politik okuma zaafı burada da tecessüm etmiş gözükmekte. Yukarıdaki her iki şıktan birer parça ortaya karışık olunca maalesef mevcut manzaralar ile sıkça karşılaşmaktayız.

Dizinin geleceği hala ikinci şıktaki performansına bağlı gözüküyor.