Kültür kavramının yüzlerce tanımı vardır. Ama en genel özelliği kültürün belli mekânının ve zamânının olmamasıdır. Dolayısıyla "kültür merkezi" adını verdiğimiz binâlar, kültürün hapsedildiği yerler hâline gelmiş durumdadır.
Kültür ve Turizm Bakanlığı diye bir bakanlığımız var. Her il ve ilçe belediyesinin "kültür işleri dâiresi" ve bu dâirelerin düzenlediği "kültür-sanat faaliyetleri" var.Bunca resmî, ciddî kurumun yaptığı onca icraat ve faaliyet içinde biz hâlâ “kültür” konusunda rahat değiliz. Öyle günler oluyor ki, bütün işimizi ve gücümüzü bırakıp kültürel faaliyet yapıyormuş gibi bir gündem oluşuyor. Sağa bakıyoruz, kültürel faaliyet; sola bakıyoruz kültürel faaliyet. Âdeta denizin içindeki balığın suyun ne olduğundan habersiz olması gibi bir hâle geliyoruz.
Kavramları bir yerlere endekslemek, fiziksel mekânlarla ve belli zamanlarla sınırlamak gibi pek de iyi olmayan bir sosyal alışkanlığımız var. Eğlenmeyi tâtilde, tâtili de yaz mevsiminde ya da hafta sonunda yapacağımıza dâir sanki bir kanun maddesi ya da âyet var. Annemizi, babamızı, eşimizi-sevgilimizi, öğretmenimizi, engellilerin sorunlarını, toplumsal şiddeti, çevre sorunlarını, hayvanları ve daha nice önemli konuyu belirli günlerde hatırlayıp işin özüne dokunmadan kendimizi kandırıyoruz. Geçen hafta “kadına şiddet” ve “öğretmenler” konulu iki gündemimiz vardı. Seneye kadar bu konuları ara ki bulasın.
Daha ayrıntılı bir örnek vereyim. Dinimizi ibâdetle sınırlıyoruz. İbâdet deyince en çok namaz akla geliyor. İster günde beş vakit, ister hafta sâdece Cuma günleri veya senede iki defa bayramlarda olsun, namaz deyince, aklımıza “câmi” geliyor. Namazın her temiz olan her yerde kılınacağını unuttuğumuz gibi, o güzelim câmilerimizi de sâdece namaz kılmak için kullanıyoruz. Dolayısıyla namaz, fiziksel bir mekân olarak câmiyle sınırlandırılıyor ve câmide yapılan namaz ibâdetinin sosyal hayatta karşılığı olmuyor.
Biz sâdece din ve devlet işleri ayırmadık. Farkında mısınız, biz din ile sosyal hayâtı, sosyal hayat ile kültürel hayâtı da birbirinden ayırdık. Namazı kılıp câmiden çıkarken, yaşadıklarımızı ve hissettiklerimizi câmide bırakıyoruz. Ramazan’da diğer on bir aydan daha çok yiyoruz. Oruç sırasında “açların hâlinden aklamak” diye bir amaç ediniyoruz, ama orucun sâdece yemek bulabilenlere farz olmadığını düşünmüyoruz. İbâdetin sosyal hayâtımıza olumlu bir şartlandırma sağlamak için yapıldığını unutup, “yapmış olmak için” yapıyoruz. Ayrıca sosyal hayâtımızda “kültür” diye bir câri eylem yok. “Kültür” deyince illa ki “kültür merkezi”nde yapılan şeyler aklımıza geliyor.
Kültür hapsediliyor
Din gibi en hassas olduğumuz ve hem dünyâmızı hem de âhiretimizi ilgilendiren bir konuda bile bu kadar ayrıştırma yapınca, diğer sosyal konularda aynı duruma düşmek kaçınılmaz oluyor.
Kültür kavramının yüzlerce tanımı vardır. Ama en genel özelliği kültürün belli mekânının ve zamânının olmamasıdır. Dolayısıyla “kültür merkezi” adını verdiğimiz binâlar, kültürün hapsedildiği yerler hâline gelmiş durumdadır. Böyle geniş içerikli bir kavram, sâdece kültür merkezleri denen binâlarda yapılan ve “sanat” denen faaliyetlerle sınırlanmış oluyor. Kültürel faaliyetin sanatsal olması gibi yazılı olmayan bir kural var sanki. Oysa el öpmekten, evde terlik giymeye; kız istemekten arabaların arkasına yazı yazmaya; ezan okunurken müziğin sesini kısmaktan, cenâzede helva kavurmaya; emniyet şeridini ihlâl etmekten, yeşil ışık yanar yanmaz korna çalmaya kadar sayısız olumlu ya da olumsuz kültürel unsurun içinde yaşıyoruz.
Kültür, ya turizmin eşantiyonu hâline getiriliyor ya da sanat faaliyetine stepne yapılıyor. Bir topluluğun, bir milletin ya da insanlığın iyi ve kötü her türlü sosyal yaşam şart ve şeklini içine alan “kültür” kavramı, rafine eylemlerle sınırlandırılıp “kültürel körlük” yaratılıyor. Bu körlük içinde kültür, ya turizmin ya da sanatın arasında kalıyor.
Turizmsiz ve sanatsız kültür
Kültürün iyisi, kötü; alçağı, yükseği; ilkeli, gelişmişi; eskisi, yenisi olmaz. Tiyatro, kültürün içindeki bir unsurdur ve bir tiyatro oyununu sahnelemek bir sanat faaliyetidir. Tiyatronun bir sanat faaliyeti olarak kültürün neresinde durduğunu Shakespeare, kendi tiyatro binâsına verdiği isim (The Globe Theatre) ve “As you like it” adlı oyunun en bilinen repliğindeki “All the world is a stage.” (Bütün dünya bir sahnedir) sözüyle anlatmıştır. Shakespeare bunu sözü, Latince, “Totus mundus agit histrionem” (Dünyâda hepimiz oyuncuyuz) sözünden ilham almıştır. Tiyatroda rol yapılır ama kültürde rol yoktur; herkes ve her şey olduğu gibidir.
Kültürün insanın olduğu her yerde olan bir olgu olduğunu görmezden gelip, sadece “kültür-sanat” faaliyeti gibi dar bir zâviyeden bakarsak ve bununla da kalmayıp, kültürü, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın faaliyetleriyle sınırlandırırsanız, tiyatroda sahneleyecek ve sinemada filmini oynatacak hikâye bulamayız.
Gerek Kültür ve Turizm Bakanlığı, gerekse il ve ilçe belediyelerinin kültüre yapacakları en büyük iyilik, kültürün turizm ve sanattan bağımsız bir kavram olarak anlaşılmasını sağlamak olacaktır.
İlk Kültür bakanımız, Talât Halman zamânında “rafine kültür meraklılarının sebep olduğu” bâdirelerden bu günlere gelen “kültür politikaları”nın, Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’ndeki yerinin, İletişim Başkanlığı gibi, müstakil bir başkanlık olduğunu düşünüyorum. Bu yapılanmanın yerel yönetimlerdeki yansımalarının da benzer bir yönetim ve uygulama şekliyle daha verimli ve sosyal hayâtın içine girebilen bir kültür anlayışını ortaya çıkaracağına inanıyorum.