Tüm kavramlar gibi kitle kavramının altının imzalandığı döneme bir bakmak lazım.
Bu kavram, Fransız ihtilali döneminde kalabalıkların ayaklanmaları ile birlikte ünlü Fransız düşünür Le Bon’un da dediği gibi, elitlerin kalabalıklara yenildiği yeni bir dönem olarak açıklanır.
Alttan gelen Demokrasi dalgasının aristokrasiyi alt ettiği ve artık 20. yüzyılın bir kitleler çağının ayak sesleri olduğu Fransız ihtilali ile görülmüştü. Bir yandan da tüm bu hareketlenmelerin peşi sıra sanayileşme, topraklarını bırakanların şehirlere göçleri buralarda yeni bir topluluklar güruhu yarattı. Bu güruh yönetilerek elverişli bir hale getirilmeliydi. Çözüm kitle eğitimiydi.
Bir Prusya modeli
Prusya modeline göre; klasik anlamdaki sınıf sistemine dayanan günümüz eğitim sisteminin amacı bağımsız düşünen bireyler değil, ebeveynlerin dini ve siyasi otoriteye boyun eğmenin değerini öğrenecek, sadık ve güdülebilir bireyler yetiştirmektir. Bu modele göre eğitim belirlenmiş binalarda, müfredat ve eğitim almış öğretmenlerle, yaparak ve yaşayarak gerçekleşmelidir. Belirli fiziksel sınırlar içerisinde belirli kurallar dâhilindeki öğretimi içeren eğitim modelleri ihtiyaçları karşılayamamaktadır. Günümüz eğitim sisteminde mevcut düzenin meraktan üstün olması istenmiştir.
Medyanın kitle eğitimindeki rolü
Hitler’in propaganda bakanı Gobbels’in bir yalanı sürekli söylemek suretiyle kitleleri inandırmanın sarsılmaz gerçeğine dayanarak, yönetmeye elverişli kıvama getirdiği bu toplulukları Alman Nasyonalizmin hizmetine sundu. Bugün dahi o kalıntıları Almanya ve başka faşist topluluklarda görebiliriz. Medyanın bugün en büyük işlevi ise tüketmeye yönelik, sadakatle markaya bağlı küresel kitle müşterileri oluşturmaktır. Eğitim, medyanın her türlü araçları tarafından işgal altında olan insanların bir an bile farklı bir düşünceye uyanmalarına izin vermeyecek şekilde planlanmaktadır. Her türlü araç; okullardaki eğitimden başlayarak alacağımız kaleme, çantaya, giyime oturacağımız eve, kullanacağımız arabaya kadar her şey çerçevesi çizilmiş mutluluk modeli içinde tüketmemiz isteniyor. Medya tarafından eğitilenler adeta hipnoz olmuş kitlelerin içinde eriyerek yok olmakta ve büyük efendilerine hürmette kusur etmemektedirler. Ağacı mor renge boyayacak, arabaya kanat takıp marsa gönderecek bir çocuk hemen şimdi başı ezilmeli ve kitleye uygun düşünmeye ikna edilmelidir. Çünkü bu tür ikna modeli canımızı acıtmadan, sırtımız sıvazlayarak, yüzümüze sırıtılarak yapılan en etkili yöntemdir.
Ferdi eğitim
Bugün dini olsun veya olmasın hiçbir cemaat, cemiyet gibi topluluklarda ferdiyet kazandırma endişesi yoktur. Başlangıçta öyle gözükse bile sürüden ayrılanı kurt kapar psikolojisine maruz bırakılan, korkutulan fertlerin kitlenin içinde farklı bir görüş ortaya koyma düşüncesi geliştirilmez. Bu topluluklarda farklı bir fikir, anlayış ortaya koyma cesareti olanlara ise ihanet yaftası bakışlarla, imalı sözlerle cevap verilir. Bir Fatih Sultan Mehmet veya İbni Sina, Yunus Emre, Heidegger’i ve nicelerini aşacak bir kişilik ortaya koyabilmek ancak göz göze diz dize gönülden gönüle akan bir anlamanın getireceği yolla olacaktır. Bu yüzden kişinin kendi içindeki cevheri ustasının ateşiyle tutuşturup, aydınlanacak bir ocağın başında pişerek şahsiyet kazanmalıdır. Artık kitlelerin eğitiminden bir kişilik bir insan modeli çıkmayacağı gün gibi açıktır. Dolayısıyla kitle eğitimi bitmiştir denebilir.
Sonuç olarak
Esasen kitle iletişim araçları toplumu aydınlatmak yerine ve toplumu evrensel insan haklarını yaymak, toplumu aydınlatmak, eğitmek yerine dünyayı yöneten imtiyazlı ailelerin iradesine yönelik yayınlarla deformasyon yaptıkları bilinmektedir. Oysa kitle eğitimi başlangıçta sosyal sorumluluk esasına göre temellendirilen ideallerle şekillendirir ki, birbirini anlayan, birbirinin hakkına rıza gösterin barışçıl bir toplumun mayasını oluştursun. Ferdi eğitimde ise her birey diğer bireyden farklı özellikler gösterir ve ilkokulda bile aynı sınıftaki öğrenciler anlayış ve kabiliyetlerine göre öğretmenler öğrencileri gruplara ayırır. Öğrencileriyle birebir ilgilenir. Onun hem kafasına hem de yüreğine dokunur. Ezbercilikten uzak, analitik düşünen ve uygulamacı projelerle bilgisini güncelleyen nesiller yetiştirir. İstenen aslında budur.
Türk kadını
Hatun! Gökyüzü uçmağın, yeryüzü konağındır. Gökte başka yerde başkasın; bu sır düşmanlara feleğini şaşırtır. Ok ve yay misali hedefte gözü pek, duruşu dik, beyine yoldaşsın. Alemi nizam başında tuğdur. Bakışları keskin Hatunum! Güneş Tören’dir, Kut’un ay. Gece gündüz arasında Türk’ün sancağını taşıyan sen. Balalarını hikmet sütünden emziren, kınasını yakan yine sen. Bilgedir başka bir adın. Akıl ve gönül ocağında pişer aşın. Davan ne soy ne soptur. Tanrının yeryüzündeki halifesi olarak ülkün Kızıl elmadır. Sen Hatunum bu cihanda nam salan Töre’nin adısın. Düşmana korku, dosta merhametsin; eli öpülesi Türk Kadınısın.
Bulusmanoktasistanbul.blogspot
Sevgili okurlar hafta içi blog sayfamızı da açtık. Blog sayfamız bulusmanoktasistanbul.blogspot.som adresi ile yayın hayatındadır. Artık sadece benim yazılarım, görsellerim veya video ve ses kayıtlarım değil, sizlerden gelecek olan haberleri, yazıları değerlendirmek ve yayımlamak arzusundayız. Bu yüzden bana gazetedeki eposta adresim hariç ayrıca [email protected] adresime de yazılarınızı gönderirseniz seve seve blogda yer vermek isterim. Şimdiden yazılarınızı merakla beklediğimi belirtmek isterim. Sağlıklı ve güzel günler dilerim.
Konya ve Şeb-i Aruz
16 Aralık tarihi Hazreti Mevlana’nın kendi deyimiyle düğün gecesidir. Yani aşık ve maşukun kavuştuğu o kutlu gecedir. Her yıl vuslat gecesi de denilen bu tarihte ikindi ezanı arkasından Hazreti Pir’in türbesinde hınca hınç dolu ziyaretcilerle dualar okunur, gülbanglar çekilir. O âna şahit olmak isteyen ve Konya dışından, hatta yurtdışından gelen farklı milletlerden ziyaretçilerin de bulunduğu o güzel iklimde bulunmak için saatler öncesinden türbeye girip beklemek gerekiyor. Aksi takdirde dışarıda kalıyorsunuz. O güzel âna eşlik etmek isteyenler huşu içinde saatlerce öf bile demeden kabirlerin karşısında ayakta durarak, dudaklarında dualar mırıldanarak bekliyorlar. Her sene mutlaka hiç kaçırmadan gidenler var. Yine de gidilir, hep gidilir. Ancak ben bu kez ilk fırsatta törenlerin ardından gitmek istiyorum. Tüm kalabalık dağıldıktan sonra sadece ben ve o. Sessizliğin çöktüğü o derin tenhalıkta dualarımı etmek istiyorum. Onun yürüdüğü Konya sokaklarında kalabalıklar olmadan yürümek istiyorum. Hazreti Mevlana’nın mürşidi Şems-i Tebrizi gibi yalnız başına gelip yalnız başına Konya’dan dönmek istiyorum.
Mini Röportaj
Gençlerin endişeleri
Bu haftaki mini röportajımızda üniversitedeki gençlere sorduk: Sizi en çok endişelendiren üç şey ne? Aldığımız cevaplarda üç ana kavram üzerinde büyük endişelerin olduğunu tespit ettik. Birincisi, gençlerin çoğunluğu teknolojinin getireceği hızlı mekanikleşmenin sonucu işsiz kalmaktan korkuyor. Teknolojinin hem işsizlik boyutu hem de sosyal boyutu gençleri tedirgin ediyor. İkinci en çok endişelendiren konu ise ülkenin gelecekte savaşa girebilme korkusu ve bunun getireceği yakınlarını kaybetme kâbusu. Sanırım son on yıldır dünyada yaşanan özellikle de komşularımızda devam eden ve hâlâ bitmeyen savaşların yarattığı travmalardan gençler de etkilenmiş. Üçüncü en çok endişe nedeni ise sağlık konusunda. Kendi sağlıkları ile ilgili endişe sahibi olan gençlerin bu konuda düşünceli olmaları dikkatimizi çekti. Seçtiğimiz cevaplardan bazılarını isim vermeden yayınlıyoruz.
l “ Yaklaşık on üç yıldır kendine bakamayan sokak hayvanları ile ilgileniyorum. Bu hayvanların derdini anlamak ve anlatmak konusunda farklı bir yeteneğe sahip olduğumu düşünüyorum. Bu yeteneği ya da bu araştırma tutkusunu kaybetmekten korkuyorum”
l “Ben pes etmeyi sevmeyen bir insanım ve korkularımdan biri dış faktörlerden dolayı pes etmek zorunda kalmak ya da yaşadığım şeylerle baş edecek gücümün kalmaması”
l “Mesleğim insanın hayatıyla ilgili olduğu için ya hata yapar da bir cana zarar verirsem kaygısını taşıyorum.”
l “İnsanların kendini geliştirmemeye sadece görsele önem verdiği bu dönemde insanların bilgisiz ve cahil kalmasından korkuyorum.”
l “Şehrin her yeri inşaatlarla doldu. Neredeyse her yere gökdelen dikmeye başladılar. Gelecekte temiz hava alabileceğimiz yeşil alanlar kalmamış olacak.”
l “Meslektaşlarım konusunda endişeliyim. Daha birinci sınıftan rekabete girip başkalarının onlardan alt seviyede olmasından hoşlananlar var. “
l “Gelecekte kendi ülkemde özgürlüğün, adaletin birine saygının kalmamasından endişeliyim. Farklı düşüncelere saygı kalmamasından korkuyorum.”
Farklı yazarlar da olsun
Üsküdar’da kafe, yeme içme mekanları son yıllarda çok gözde oldu. Kafa dinlemek, bir şeyler atıştırmak, toplantılar artık bu ortamlarda yapılıyor. Üsküdar merkezde neredeyse her sokakta bir kitap – kafe var. Kitap-Kafe sanırım artık klişeleşti. Yani Selpak gibi, Sana gibi bir anlam ifade ediyor. Kitap ve kahve, çay içilen sohbet edilen ve bir şeylerin atıştırıldığı yer olarak adlandırılan bu mekanlar günümüzde gençlerin uğrak yerleri. Bu mekanların baş aksesuarları kitap. Aksesuar derken küçümsendiği düşünülmesin. Aksesuar bile olsa faydalı olduğunu düşünüyorum. Kitabın unutulmaması, dahası yazarların masada durması, yemek yerken şöyle bir karıştırmak bile değerli. Ancak dikkatimi çeken husus yazarlarla alakalı. Üsküdar’daki bu mekanlarda çoğunlukla Nurettin Topçu, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Necip Fazıl gibi yazarların kitapları daha fazla göz önünde duruyor. Yazarları zaman zaman değiştirmek farklı yazarlara yer açmanın anlamlı olacağını düşünüyorum. Mesela Sâmiha Ayverdi, Yahya Kemal Bayatlı, Safiye Erol gibi yazarlara da arada yer verilmeli. Başka önerilere de açık olabiliriz. Seçkiler yapılabilir bu mekanlarda. O hafta onlarla ilgili sesli okumalar gerçekleştirilebilir. Aynı yazarlar ve aynı kitaplar masada durduğunda bir süre sonra bıkkınlık veren bir hava oluşuyor. Havayı değiştirmekte fayda var.