Türkiye'nin geleceği o ruhun yeniden yakalanmasındadır.
12 Eylül askeri darbesi sırasında henüz çocuktum. O darbeye dair hatırladığım çok fazla bir şey yok. Ancak bu darbenin etkilerini uzun yıllar hep birlikte yaşadık.
Darbenin öncesini ve sonrasını, yakıp yıktıklarını, yarattığı acıları, ülkeye verdiği zararları zaman içinde öğrendim ben de. 12 Mart ve 27 Mayıs darbelerini de aynı şekilde öğrendim.
28 Şubat “post-modern” darbesi ve 27 Nisan’daki “e-darbe” sırasında ise artık yetişkindik. Bu darbelerin siyasette yarattığı büyük yıkımları ve bunların ülkemize verdiği ağır tahribatları hâlâ yakından hissediyoruz.
15 Temmuz ise daha önce gördüklerimizden, duyduklarımızdan, okuduklarımız, öğrendiklerimizden bambaşka izler bıraktı hayatımızda.
O gece İstanbul’da temsilcisi olduğum yabancı bir televizyon kanalından bir arkadaşımızın o dönemki adıyla Boğaziçi Köprüsü’nün çift yönlü olarak ulaşıma kapatıldığını öğrendiğimde ofisten çıkmış eve gidiyordum.
İlk olarak bunun muhtemel bir bombalı araç ihbarına karşı alınmış bir önlem ve operasyon hazırlığı olabileceğini düşündüm ve arkadaşlardan olayı takip etmelerini, konunun mahiyetini öğrenip beni bilgilendirmelerini istedim.
Eve vardığımda, köprüyü kapatanların askerler olduğunu ve bunun bir darbe girişimi olabileceğini öğrendiğimde tüm arkadaşlardan ofise geri dönmelerini istedim.
Ben de bir taksiye atlayıp Mecidiyeköy’deki ofisimize döndüm.
Ofise vardığımızda artık bunun bir darbe girişimi olduğu netleşmişti.
Benimle birlikte ofise ilk ulaşan arkadaşlardan birisiyle birlikte çıkıp yürüyerek olup bitenleri öğrenmek için köprüye doğru gitmeye çalıştık.
Şişli İlçe Emniyet Müdürlüğü’nü geçtikten sonra alt geçitte köprüye doğru çıkan yolu tutan bir grup asker bize doğru ateş etti.
Emniyet Müdürlüğü’nün etrafında darbeci askerlere karşı güvenlik önlemi alan polisler de onlara karşılık verince bir anda iki ateş çemberinin ortasında kaldık.
Bizi vurulmaktan kurtaran polisler daha fazla ileri gitmememizi, geri dönmemizi istedi.
O sırada arkadaşların bir kısmı ofise dönmüştü.
Biz de o gece çalışma programımızı belirlemek için ofise döndük. Arkadaşların her birini en kilit noktalardaki yerlere gönderdim.
Sabaha kadar canlı yayınlarla olan biteni ekranlarımızdan izleyicilerimize aktarmaya çalıştık.
Bir gözümüz takip ettiğimiz İstanbul’da bir gözümüz Ankara’daydı.
Cuntacılar amaçlarına ulaşacak mı, ülkeyi nasıl bir süreç bekliyor diye büyük bir tedirginlik vardı.
Benim için en büyük kırılma anlarından biri devlet televizyonunda darbe bildirisinin okunması oldu.
O an omuzlarımın düştüğünü, içimdeki öfkenin büyük bir umutsuzluğa dönüştüğünü hissettim.
Ama herkes gibi ben de büyük bir endişe içinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı merak ediyordum.
Erdoğan’ın bir televizyon kanalına bağlanıp halkı sokaklara çağırması bütün duygularımı alt üst etti.
“Demek ki her şey henüz bitmiş değil. Hatta her şey yeni başlıyor” dedim.
O an o karanlık perdenin yırtılacağını hissettim ama açıkçası darbe girişiminin o kadar hızlı bastırılacağını düşünmemiştim.
Gün aydınlandığında zafer yakındı artık.
Erdoğan’ın çağrısıyla sokaklara inen milyonlar, göğüslerini, bedenlerini kurşunlara tanklara siper ederek insanlık tarihinin en karanlık gecelerinden birini yine insanlık tarihinin en aydınlık günlerinden birine dönüştürüverdi.
O gece, ülkece şaşkınlığı, korkuyu, umutsuzluğu, öfkeyi, direnme ruhunu ve zaferi hep birlikte yaşadık.
251 şehit, 2 bin 193 gazi ve milyonlarca cesur yürek bu ülkeyi derin bir uçurumun kenarından çekti aldı.
Bu darbe girişimi sürecinde yaşanan en anlamlı duruşlarından birisi Meclis’te yaşandı.
Tüm partilerden milletvekillerinin o gece cuntacılara karşı Meclis’i sahiplenmeleri ve ertesi gün dört partinin ortak imzasıyla yayınlanan darbe karşıtı bildiri, ülkemizin birlik, beraberlik ve bekası için en değerli tutumlarından birisi oldu.
Bu duruş, sonrasında “Yenikapı Ruhu” olarak ortaya çıktı.
Ancak ne yazık ki o ruhu uzun süre koruyamadık.
O ruhu siyasi çekişme ve iktidar kavgalarına kurban ettik.
O ruh, istiklâl ve istikbal ruhudur.
Türkiye’nin geleceği o ruhun yeniden yakalanmasındadır.