Şu sözü duymuşsunuzdur: "Zor zamanlar güçlü insanları; güçlü insanlar iyi zamanları; iyi zamanlar zayıf insanları; zayıf insanlar da zor zamanları yaratır!"
Şu sözü duymuşsunuzdur: “Zor zamanlar güçlü insanları; güçlü insanlar iyi zamanları; iyi zamanlar zayıf insanları; zayıf insanlar da zor zamanları yaratır!”
Bu sözün birçok yorumu yapılabilir. Mesela içinde bulunduğumuz güncel şartların zor şartlar olduğunu düşünürsek, gelecek nesillerin bizden daha güçlü olacağı ihmâli yüksektir. Ya da günümüzde iyi şartlarda (lüks içinde) yaşayanların, gelecek nesil için zor zamanlara sebep olacağını iddia edebiliriz. Bu cümledeki dört önerme de kendi için yorumlanmaya imkân veriyor.
Ancak şurası bir gerçek ki, dünyâ üzerinde daha önce hiç bu kadar çok insan olmadı. Ayrıca tarihteki büyük şehirlerdeki nüfus yoğunluğu hiç bu kadar yüksek olmadı. Târihî geçmişi bin yılı aşan şehirlerin nüfusları daha yüz yıl öncesine kadar bir milyonun altındaydı. Oysa şimdi mesela İstanbul’un nüfûsu yüz yıl öncesine göre yirmi kat arttı ama yüzölçümü olarak aynı oranda büyümedi. Dolayısıyla kilometre kareye düşen birey sayısı çok arttı.
Ama Anadolu’ya baktığınızda şehirler bile neredeyse “boş”. Yüz bin ya da iki yüz nüfuslu şehirlerde bile “çok katlı mimari” yüzünde şehir neredeyse birkaç mahallede toplanmış gibi.
Bunun yanında bir taraftan “az emek çok kazanç” anlayışı ve diğer taraftan farklılıklara tahammülsüzlük yâni “tek tip insan” anlayışı yüzünden insanlık, her ülkede ve her şehirde bir çıkmaza doğru gidiyor, hatta o çıkmaza düşmüş durumda. Eski şartlara bakınca “saray” ya da “cennet” ortamında yaşayan insanlar olarak bizler, belki de kendi sonumuzu hazırlıyoruz; hem de “düşünen” ve “bilinçli” tek canlı olarak!
Korkutucu deney
Bu sorunu hayvanlar üzerinde deney yaparak anlamaya çalışan bir deney yapılmış. Deneyi yapan bilim insanının adı John Calhoun. Amerikalı bir etolojist yâni hayvan davranışlarını inceleyen ve Zooloji’nin alt dalı olan bir bilim dalı. Deneyin adı “Universe 25”.
Sosyal medyada bu deneyin amacı şöyle anlatılıyor: Bu deneyin amacı nüfûs yoğunluğundaki artışın kemirgen davranışlarına nasıl etki ettiğini anlamaktır. Bilim insanı bunun için fârelere bir cennet yaratmış. Bolca yemek, su ve yuva yapmaları için malzeme vermiş. Geniş bir alana dört çift fare koymuş. İdeal koşullardaki fâreler hızla üremeye başlamışlar. Nüfûs, her 55 günde 1 artmış. Deneye başladıktan 315 gün sonra üreme hızı 3’te 1’e düşmüş. Kemirgen sayısı 600’a ulaştığında fâreler arasında hiyerarşi meydana gelmiş. "Dışlanmışlar" ortaya çıkmış. Bu kesim "yaşlılar" tarafından zulme uğramışlar. İdeal koşullarda uzun yaşayan fâreler, gençlere yer bırakmamışlar. "Dışlanmış" erkeklerin psikolojileri bozulmuş ve eşlerini korumayı bırakmışlar. Ardından kendileri saldırganlaşmış. Artık yavruları dişiler korumaya başlamış. Zamanla kendi yavrularına da şiddet uygulamaya başlamışlar ve yavrularını öldürmüşler.
Fâreler bir süre sonra inzivaya çekilmişler ve üremeyi reddetmişler. Doğurganlık hızla düşmüş. Gençler arasında ölüm oranları hızla artmış. Kemirgenler içerisinde yeni bir kategori ortaya çıkmış: "Güzeller". Bu erkekler ne eşleri ne de bölgeleri için kavga ediyor ve çiftleşmeyi reddediyorlarmış. "Güzeller" sâdece yiyor, içiyor, kendilerini temizliyorlarmış. Çatışmadan ve sosyal sorumluluklarını yerine getirmekten kaçınıyorlarmış. Bir süre sonra "güzeller" ve "inzivaya çekilmiş dişiler" çoğunluk olmuşlar. Gençler arası ölüm oranı yüzde 100’e çıkmış. Doğum hiç yokmuş. Nesli tükenmeye başlayan fareler homoseksüel eğilimler göstermeye başlamışlar. Bolca yiyecek olsa da yamyamlık gelişmiş. Farelerin hızla soyu tükenmiş. “Fâre cenneti”ndeki son fâre deneyin 1780. gününde ölmüş. Bu deney eş zamanlı olarak yirmi beş defa tekrarlanmış ve sonuç değişmemiş.
Ya “İnsan Cenneti”
Fâreler için hazırlanan bu “cennet” ortamında yapılan deneyde böyle sonucun çıkması anlamak için bâzı kelimelerin altını çizelim: 1- “Bol yemek ve su”; yâni rahat yaşam. Bunun sonucu olarak çoğalma. 2- Dışlanma 3- Yaşlı nüfusun artması 4- Gençlerin saldırganlaşması ve şiddet 5- Üremeyi reddetme 6- Güzeller; yâni yiyen, içen ve makyaj yapanlar 7- Homoseksüellik
Bu yeni kelimelerin kavramsal karşılıklarını toplumsal hayatta da görebiliyoruz. Beslenme imkânları obezite seviyene gelmiş durumda. Kimse kimseyi beğenmiyor ve dışlıyor. Sâdece “yabancı düşmanlığı” değil, dışlanma ikinci kişiler düzeyinde yaşanıyor. Büyük bir kesim kendi sosyal medya evreninde yaşıyor. Yaşlıların nüfustaki oranı artıyor ve yaşlılar gençleri beğenmiyorlar. Kadın ya da erkek fark etmeden şiddet artıyor. Evlenmeyi düşünenlerin sayısı düşüyor. Boşanmalar artıyor. Ayak bağı olur, yaşam standardını düşürür diye çocuk sâhibi olmak istemeyenlerin sayısı artıyor. Kadın ya da erkek olsun, büyük bir kesimin en önemli derdi, dış görünüş. Bu, tesettürlü kadınlarda da geçerli. Bunların yanında, artan homoseksüellik. Bu şartlar altında “normal” gibi gözüken homoseksüelliğin “doğal” olarak algılanması.
Bunları, bilinçli olmayan fârelerin ya da başka kemirgen ya da memeli canlıların yapmaları kabul edilebilir. Kaldı ki, bu fâreler bile doğal ortamlarında değil, bir deney ortamında bulunmuşlar. Doğal ortamda, yırtıcı kuş, kedi, köpek gibi diğer canlılarla yaşayan ve karnını doyurmak için avlanmak zorunda kalan fârelerde bu görülmez. Biz ise doğadan kopmuş olmanın kabul edilebilir sınırlarını çoktan aşarak, sâdece insanların yaşayabileceği “evrenler” oluşturuyor. Kendimizi kandırmak veya teselli etmek içinde evcil hayvan besliyoruz. Onları da vücutları bizim malımızmış gibi, hayvan haklarına aykırı bir şekilde kısırlaştırıyoruz!
“Bilinçli” bilinçsizlik
Böyle bir deneyi insanlar üzerinde yapmak bilim etiği sebebiyle imkânsız. Ama deneye gerek yok, çünkü “megapol” dediğimiz şehirlerin hemen hemen hepsi bu deney ortamına benziyor. “Bilinçli bir şekilde bilinçsizce” davranıyoruz. Hiçbir sorumluluk almadan ama en iyi şartlarda yaşayıp ve her geçen gün daha da iyileşmesini(!) isteyerek kendi sonumuzu getiriyoruz. Bir sonraki neslin dünyâya gelişinin önünü kesmek bir yana, kendi neslimizin geleceğini bile düşünmüyoruz: Yiyoruz, içiyoruz, geziyoruz ve “güzelleşiyoruz”.
Herkesin herkese benzediği, farklılıkların ortadan kaldırıldığı bir dünyâda, başkalarını istemiyoruz. Dışlayarak farlılıkları ortadan kaldırdığımızda tek renkli bir dünyâda yaşayacağımızı ön göremiyoruz. “Tek renkli” bir dünyâda “güzelleşme” çabası gösteriyoruz ama sonuç elde edemiyoruz.
“Adaptasyon” konusunda en becerikli canlı türü olan insan, buz dağına çarpıp batmamak için dümeni bir an önce kırmalıdır. Son iki yılda COVID-19 virüsü üzerinde attığımızda “insanlığı tehdit etme” suçunu, uzun vâdede kendi kendimizi işlediğini görmekte biraz daha geç kalırsa, bu deneyi tekrarlama şansımız olmayacak. Zâten bu şartların başka sonuçlar çıkarması da pek mümkün gözükmüyor. Ama “insanlık, insanlara bırakılmayacak kadar değerlidir” diye düşünerek, bu zor ve olumsuz zamanların, olumsuz şartları değiştirecek güçlü insanları da ortaya çıkaracağını da gelecek konusunda umutlu olabiliriz.