Ayrılmaz bir sarmalın sonsuzluğundayız. Öyle bir sarmal ki; zamanın içinde insan, insanın içinde zaman! Kendi menziline yol alan insanın aklıdır zamana kıymet veren. Zira zamanı yoksa insanın, hayatın da aklın da bir anlamı yok. Yaşam ekseninde birbirine açılan iki kapı insan ve zaman.

Zaman gemisi, bağrında taşır insanları. Her günün limanından yeni yolcular alır. Bazılarını artık taşıyamaz da bırakıverir aniden. Zira bir yolculuktur hayat, zamanın engin zemininde. Hayat yolculuğu bazıları için uzundur, kimilerine de kısa gelir. Akıp gittiğine üzülürüz ya zamanın, aslında akıp giden biziz. Yani bir deryanın sıfırına, belki de “hiç”liğe akan biziz. Zaman; hayattır, harekettir, engin sozsuzluğun ölçüsü, ilahi lütfun bir ispatıdır. Varlıklar âlemini taşıyan yegâne kaynaktır. Yıllar, aylar, haftalar, günler, saatler, dakikalar, saniyeler…

Hepsi, zamanın değerini bilmek içindir. Kendimizi bildik bileli, hayatımızın yegâne yol göstericisi değil midir sayılı saatlerimiz? Bilmem ki kıymetini anladık mı zamanın ve bağrındaki insanın! Mesela vadesi dolmuş insanın bir dakikasının maliyeti nedir bilir misiniz? Bizim için sınırlıdır, sonludur ama kendi için sonsuzdur zaman. Gelen, yaşayan ve giden biziz. Biz zamana mecburuz ama o bize mecbur değil. Dolayısıyla kıymetine binaen parçalara ayırdığımız zamanın her kilometre taşında durup düşünmek gerekmez mi? Beden kefenlenip toprak ile buluşmadan, ruh kanatlanıp semalara uçmadan “Nereden gelip nereye gidiyoruz?” sualini muhasebe etmek icap etmez mi?

“SABAH DOĞUP AKŞAM ÖLENLER”

Gelin biraz muhasebesini yapalım zamanımızın. Zira bir çiğ damlasından katreye dönen, ardından çiçeğe duran insan için her yaşta muhasebe gereklidir. Yaşı yolun yarısını geçenler için bu daha da önemlidir. Hayatımızın zaman karelerini nasıl doldurduğumuza sorularla kafa yoralım! Yaşamımızın bugüne kadarki kısmında odağımız nedir mesela? Ne uğrunda koşuyoruz? Kime çalışıyoruz? Neler için kavga ediyoruz?

Ne için var olduğumuzu düşünüyoruz? Bir davamız var mı ve bu uğurda çabalıyor muyuz? Bize ilahi bir kudretten hazır verilmiş olan yirmi dört altını bir günde nasıl harcıyoruz? Sonra ertesi günkü altınları ve diğerlerini nereye, kime, niye, ne için sarf ediyoruz? Mademki hayat ölümden çalınan küçük bir zaman dilimi, o hâlde bu sınırlı zamanın sınırlı aşkının odağındaki nedir? Omurgalaşmış bir amacı yoksa hayatın ve bu omurgaya götüren alt amaçları yoksa yaşamın, sonbahar rüzgârlarına kapılan yapraklar gibi sürüklenir insan. Sürüklenir de tuzaklara düşmekten yakalayamaz gerçek zamanı.

Şeyh Edebali’nin benzetmesiyle “Sabah doğup akşam ölenler” sınıfının sıradan bir üyesi olur. Oysaki bir kısa ömre nice ömürler sığdıranlar var. Zamanı doğru kullandığı için yüzyılları aşıp bugüne ışık tutanlar var. Zamanın içindeki rolleri ile insanlığı çoğaltanlar var. Bir de kendine meftun olanlar; bireysel amaçları ile insanları eksilten, yaşam alanlarını daraltanlar var. Acaba biz hangi gruptayız?

HAYAT SİZİNLE GÜZELLEŞİYOR MU?

Hayatın bir anlamı da insanın kendini ifade etmesidir ya hani! O hâlde kendimizi ifadenin muhasebesinde durumumuz nedir? Mesela duruşunuz ne anlatıyor? Nasıl bir renk, ses ve ışık veriyorsunuz zamanın derinliklerine? Sözlere gerek kalmadan ne söylüyor bedeniniz?

Sizden dış âleme, dış âlemden size neler akıyor? Hayatınız, kendi doğrularınızın sözcülüğüne mi tanık? Yoksa tüm zamanlarınızı süsleyen hoşgörünüz; insanları, insanlığı hatta canlıları ve dahi cansızları kapsayacak enginlikte mi? Kendinizi ifade sırasında sesiniz mi yüksek, sözleriniz mi mesela? Dedikodu, malumat, bilgi! Hangisi süslüyor konuşmalarınızı? Yoksa kaotik bir zaman düzleminde mekân tutup, durmadan ifade kırılmaları mı yaşıyorsunuz?

Acaba anneniz, babanız, eşiniz, çocuklarınız, kardeşleriniz, dostlarınız, arkadaşlarınız siz varsınız diye mutlular ve sizden razılar mı? Yoksa ifadeleriniz giderek tek renkli, tek merkezli, monoton, gerçeklerden uzak, sanal bir dünyanın uydusu mu oluyor? Sahi siz ne kadar gelişiyorsunuz? Sizinle neler değişiyor, düzeliyor, güzelleşiyor hayatta? Siz varsınız diye hangi taşlar yerinden oynuyor?

Zaman çizgisinden kaymanızla neler değişir bu gökkubede? Kimler karanlıkta kalır sizin ışığınız söndüğünde? Her an kendinizden yeni anlamlar doğurabiliyor, farklı çıkarımlar yapabiliyor musunuz? Yoksa amaçsız değişmeye alabildiğince odaklanan sanal algınız, özünüze köreliyor mu? Zamanın rüzgârıyla dalgalanan ömrünüzün bayrağı nerede dalgalanıyor, neleri haykırıyor? Hangi rolleri, değerleri, ilkeleri, olmazsa olmazları barındırıyorsunuz? Sakın ola mala odaklanan can gözünüz, gönül gözünüzü köreltmiş olmasın! Ağlar mısınız bazen?

Maddi bir kaybınız olmadan, misal bir karıncanın ölümü yaşartır mı gözlerinizi? Yoksa gözyaşlarını kaybedenlerden misiniz siz de? Necip Fazıl üstadın, “Ağlayın su yükselsin, belki kurtarır gemileri!” çığlığının neresindesiniz? Akıp giden zaman gibi akıp giden hayatı okumanın neresindesiniz? Unutmayın ki her dakikanın, saatin, günün, yılın sonu gibi her ömrün de sonu var. Fark şudur ki, bize bahşedilen ömrün sonunu bilmiyoruz. Zaman daralıyor! Belki yarın, belki yarından da yakın...