İletişim denilen olgu tamamen psikolojiktir. İşin toplumsal tarafı da var elbette ama önce insanla başlayan bu süreci yöneten doğrudan zihindir.
İletişim denilen olgu tamamen psikolojiktir. İşin toplumsal tarafı da var elbette ama önce insanla başlayan bu süreci yöneten doğrudan zihindir. Zihnimizin oynadığı oyunları yönetmek de bir olgunluk sürecidir. Algı çalışmalarına küçüklükten başlarız. Ağaç yaşken eğilir derken ne demek istenmiş acaba? Bir hamuru şekle sokmak için yumuşak kıvamlı olmasını isteriz ve henüz fikirleri oturmamış, katılaşmadığı için eğilip, bükülmesi kolay olan süreci hedef alırız. Herkes iletişim kurmaya küçüklükten hatta bebeklikten başlar. Karşılıklı bir alışveriştir iletişim. Dikkatli olunması gereken ve ağızımızdan çıkan her kelimenin sonucunu düşünerek söylememiz gereken bir gerçekten bahsediyoruz. Bir sözle baş da kesilir bir söz ile dost da edinilir.
O yaşa gelmeden
İletişimin birçok püf noktası vardır. İletişim gözleme dayalı ve çok insan tanıdıkça geliştirilebilen bir şeydir. İnsan, başka insanlar tanıdıkça kendini daha iyi tanır. İnsanın psikolojisi anladıkça ilişkilerde daha başarılı olunur. Gerçekten de insan kendini tanıdıkça insanlarla iletişimi kâmil seviyeye ulaşır. Baştan çok sinirlendiği şeylere zaman içinde sinirlenmemesi gerektiğini anlar. Ama tabii bu şu demek değildir; “İnsan kırk yaşına geldi mi artık sinirlenmenin anlamsızlığını görür” ya da “ insan ellisini geçti mi üzülmenin saçmalığını öğrenir”. O yaşa gelince herkes bir tecrübe ediniyor üç aşağı beş yukarı. Önemli olan o yaşlara gelmeden tecrübelerin içinde yara ala ala değil, zekice iletişim kurmanın ne demek olduğunu kırkını, ellisini geçmeden öğrenmektir. Tecrübe yaşla birlikte edinilen bir öğreti değildir. Tecrübe akıl ile elde edilen bir zihinsel gelişim göstergesidir. Hatta bir atasözümüz de var bu olayın anlatım için. Müslüman aynı delikten iki kez sokulmaz denilir. Aynı iletişim sorunlarını yaşıyor olmak zihinsel dünyamızda bir sorun olduğunu ortaya koyar.
İyi niyet
Hayatta insanı ilişkilerde en çok yıpratan şey iyi niyet vurgusudur. İyi niyet esastır ama aptallık esas değdir. Bazı ilişkilerde karşı tarafın kendini anlaması veya o olayın bahsettiğimiz gibi sonuçlanacağını görmesi için durumu avantaja bırakabiliriz. Bu genelde daha çok çocuk ve gençlerde izlediğimiz bir yöntem olmalıdır. Çünkü ileri yaşlarda ilişkileri avantaja bırakmak çoğu zaman kendimizin üzülmesine yol açıyor. Aslında kasıt yok yaptıklarında, ben daha sabredebilirim demek çoğu zaman işe yaramıyor. Fakat şurada bir parantez açabilirim. Sizin sabırlı davranışınız o kişinin gerçek yüzünün ortaya çıkmasına sebep olabiliyor. Avantaja vermek ve olayların gerçek yüzünü bildiğinizi ısrarla söylemek bazen anlaşılmayabiliyor ama zamanı avantaja bırakmanızla olayların iç yüzünü sizin lehinize ortaya çıkarıyor. Tabii burada şu gerçeği de göz önüne almalısınız. Ben bu zamanı burada harcayacağıma daha iyi bir iş yapamaz mıyım? Olayların gerçek yüzünü ben mi göstermeliyim? İşte tam bu noktada karar tamamen sizindir.
Çocuklar ve gençler farklı
Ama çocuk eğitiminde aynı şey söz konusu değil. Çünkü bazen çocukların, gençlerin durumun vahametini, ciddiyetini anlamları gerekiyor. Çaba sarf etmeleri ve o olayı yaşarken edindiklerinin sonuçları ile bizim söylediğimiz yere gelmeleri gerekiyor. Bu durumda bizler bunu avantaja rahatlıkla bırakabiliriz. Hep diyoruz ya iletişim zihinsel bir fenomendir. Çocuklarımızın bu fenomeni öğrenmeleri için kendilerine fırsat vermeliyiz. Sonucun nereye varacağını biliyor olsak bile onların görüp yaşamaları açısından olayları avantaja bırakmak önemlidir.
İSTANBUL ÇIĞRINDAN ÇIKTI
Sosyal medyada bir haber dolaşıyor. Emeklilerin memleketlerine veya Anadolu’ya yani tersine göçe katkıda bulunmaları halinde devlet tarafından su, elektrik ve bazı diğer giderlerde teşvik verileceğine dair. Sosyal medyada bu bir anket haline dönüştürülmüş ve sorulmuş; “siz gider misiniz” diye. Ben buradan cevap vermek istiyorum. Ben İstanbulluyum ve memleketim olsa ve emekli olsam evet giderdim. Fakat verilen cevaplardan en çok şu cevaba şaşırıyorum; “önce Suriyeliler gitsin”. Bence önce Anadolu’da toprağı, tarlası olup bir de İstanbul’da evi olanlar ya da İstanbul’da geçinemiyorum diye ağlayanlar bu teşvikle gitmeli. İstanbul’da hiçbir iş yapmıyor emekli olmuş sağda solda kahvehanede oturup sadece boş konuşuyor. Bir lokma üretime katkısı yok. O zaman gidip memleketine üretimde bulunacaksın ve akabinde konuşma hakkına sahip olacaksın. Emekliler memleketlerine gitsin otomatik olarak kiralar düşer. Kira düşünce zaten diğer giderler de düşecek. Bir de bazı yorumlar aman sakın gitmeyin bu bir tuzak diye yazıyorlar. Türklerden boşaltıp başka millete yani onlara göre Araplara verilecekmiş İstanbul. O zaman Anadolu’da boşaltılan yerlere ben olsam Suriyelileri yerleştirirdim. Madem İstanbul’un bu kadar seveni var.
İÇ İÇE AVUÇLAR
Neden olamadık böyle iç içe? Gönül gönüle? Sevgi ile şefkat, merhametle. İnsan insanı korumak ister içten içe. Canım, cicim demek değildir sevgi öylesine. Adil olmak, gözetmek, insanoğluna bir leke sürülmesin diye tir tir titremektir, hakkını vermektir sevmek. Büyük küçüğüne avuçlarını açmalı, sarıp sarmalamalı. Onu yüreğinde hissetmeli. İnsan mıyım ben diye sorabilmeli cesaretle. İnsan olabilmek büyük meziyet. Önce en yakınımızdakine merhamet etmeliyiz, değil mi? Afrika’ya para gönderme demiyorum. Ama etrafına kan kusturup ta iyilik meleğiymiş gibi davranamazsın. Kimisi parasına sarılmış, kimisi evladına, kimisi şöhretine. Ama bir gün hepsi yok olacak. Bunu şimdiden düşünüp de yâr diye Allah’a sarılmalı. En güzel lisanı kalp konuşur. Kalbin dilini bilenler, kalbinden kaçmayanlar avuçlardan taşar gönüllere akarlar.
ESKİNİN ÂVÂZESİ
ELİF SABIR
Korkusuz ve hüzünsüz bir yâd-ı mâzi mümkün müydü?
Mümkün müydü arkamıza dahi bakmadan, iç çekip bir âh bile etmeden muttasılan yürümek?
Esas güç bir sonraki adımda mı yahut önceden attığımız adımların bıraktığı ayak izinde miydi mesela?
Ve de gelecek vehmi geçmişin bir yankısı, âvâzesi olabilir miydi?
Gelecek namına geçmişte yaşayanların cevapları mâziyi daima değerli kılacaktı. Şayet bu cevaplar değerli olanı gün yüzüne çıkarmayı üzerine vazife addetmişse tabi. Sâmiha Ayverdi;
“Mâzi, eğer ambarda yıllandırılmış bir tohum gibi, hâl tarlasına ekilmezse ondan ne çoğalmak ne de istifade beklenebilirdi.”
Derken yalnızca gün yüzüne çıkarmakla da iktifa edemeyeceğimizi ve bunun bir eyleme de bürünmesi gerektiğini işaret etmişti.
Geçmişin âsûde anlarından kopmak kimilerine göre gerçeklik gücünü pekiştirmek kimilerine göre ise medeniyetin uyanışı olmayan uykusuydu… Oysa insan, bir hususu tek bir şeyle izaha yeltenmeseydi ve de yeltendiği tek izah şekline kibrini boyamasaydı belki de her şey daha anlaşılabilir olacaktı. En iyi bildiği şeyin insanlığın bilgisi olduğunu hesaba katmayanlar, ilmin çölde vahalar gösteren tarafsızlık anlayışına mahbus olduğu halde özgürlük nârâları atmakla neyi amaçlıyordu? Nihayeti olmayan yollarda avare yürüyüşlere işaret eden bu tavır menzile varmak fikrini hayal bile edemeyenlere mahsustu. Ve tüm fikrî mesaimize yabancı gözlerle bakanlar için tefekkür, tecrübe, duyuş ve düşünüşler ne kadar da manasız boş iş kabilindendi değil mi?
Tarihin yalnızca geçmişin veya eskinin bilgisi olduğu zannı can yakmaya devam ederken niçin bu ilmin şimdiye ve geleceğe tuttuğu ışık göz ardı edilmişti? Oysa yaşanılan değerli bir anda dahi asırlarca konaklayanlarımız vardı. Hatıralar bu denli kuşatmışken dört bir yanımızı şimdiyi geçmişsiz tahlil etmek hangimizin harcı olabilirdi sahiden! Geçmişte yaşamak biraz da şimdide yaşamaktı. Geçmişin bilgisi, mazideki kuru bilgi yığınları olmadığını kanıtlamak nâmına dünyamızda hayat imkânı bulmaya gayret ederken bu cehde mâni olmayı bırakalım. Bırakalım ki geçmiş gelecekle birlikte yeşertsin şimdiyi! Ve adına an dediğimiz tüm zamanları, hesapsız kitapsızca yaşanan yakışıksız halleri “anı yaşa!” mottosuyla takdis etmekten yakayı kurtardığımız an, esas yevm-i baharın bizi beklediğine şahit olacağız. Zira güzele ve iyiye dair olanların faideli olmasının da beklendiği gibi an dediğimiz şey de güzelliklerden, iyiliklerden ve de faideden hâli değildi!
Her şeye şikâyet makamından giriş yapanların karmaşık addettiği ne varsa hayatımıza dokunacak düzen ve tertip de kendisini bu kaosun içine gizlemişti. Kaçtıklarımız, anda kalmak namına geçmişin bilgisini yok sayışımız esaslı bir korkuya dahi işaret ediyordu. Güce ziyadesiyle sahip olduğunu zannedenler güneşin göz açtırmayan aydınlığında en berrak görüşüyle hakikatin özüne nüfus ettiği yanılgısındaydı. Oysa aydınlık tüm renkleriyle ışığa davet edebilirdi. Karanlık dahi görmek imkanından beri değildi. Zaten kimimize göre geçmiş de tüm bilinmezliği ile bir karanlıktı. Okyanusun derinliklerindeki hayatın bizdeki meçhuliyeti gibi bir karanlık...
Tüm bu iç içe geçmişlik içinde tefrik yani bir şeyi başka şeylerden ayırma kabiliyetimizi gözden geçirmek belki de en önemli ödevdi. Geçmişin ve geleceğin bilgisi, tefrik ve temyiz kudreti sayesinde menfaat, hırs tuzağına düşmeden aka ak karaya kara deme fırsatı da sunuyordu. Kuşandığımız tüm güzelliklerle ufkumuz, dallarını gönül bahçemizin semasından uzatacak ve düşünmeye bile korktuklarımız kulağımıza gelen en hoş musikimiz olacaktı. Zaman tüm maharetini kurulan hayallerin tahakkuku için göstermeye bu derece niyetliyken insanın geçmişten de gelecekten de korkmasına ne gerek vardı? Vehim bir işi yapmamaya ezelden beri yeminliyken anlarımızı tezyin için güzel olana talip olmayı ıskalamamalıydı insan!
Kavramlar bu derece iç içe geçmemeliydi diye sitemde bulunanlar da hayatın kelimelerden âri olmadığını hatırlayıp hayıflanmak yerine bu iç içe geçmişliğe bir nazar kılsalardı sahi nasıl olurdu? Şikâyet yerine tefekkür edilse belki her şey daha da az karmaşık bir hâl alıverirdi. Malumu beyan etmemek için susanlar, konuşma cesaretini kendinde bulup her kelimelerinde sarf ettikleri nice hazinenin keşfiyle açılsalardı yeni kıtalara… Defalarca yanı başından geçilen her şeyde bile keşfin mümkün olduğunu gören insan, uzakta bulmayı umduğu ne varsa görebilseydi artık öz vatanında, medeniyetinde, benliğinde!
Tanpınar Beş Şehir’inde “Hayır muhakkak ki, bu eski şeyleri kendileri için sevmiyoruz. Bizi onlara doğru çeken bıraktıkları boşluğun kendisidir.” derken dahi “an” mefhumunun layıkıyla anlamlandırılması için müracaatın adresine işaret ediyordu. İşte tam da bu sebeptendir ki, “Tabiat, boşluk kabul etmez!” fehvasınca boşlukları kendi meşrebince dolduranlara bir ömür husumet besleyerek bir nevi günah çıkarıyor ama boşluğu layıkıyla doldurmaya yeltenmek zor geliyordu. Maziyle nerede ve nasıl bağlanılacağını bilememek halen en büyük meselemiz olsa dahi bize emanet edilenleri bir kör kuyuda ölüme terk ettiğimiz için sürekli aynı vicdan azabıyla aynı karanlık dehlizde dolaşıp yol alamıyorduk.
Doğru cevabı duymayı umduğumuz yanlış sorularla düşe kalka yürürken bize
“O kelimeler, o insanlar ve de o devirler eskide kaldı. Bugüne seslen sen bugüne!” nidasıyla telkin edilenlere son söz kabilinden diyoruz ki:
Peki ya eski, bize eskisinden de estetik ve değerli olanı anlama imkânı sunuyorsa?
Ya bugüne seslenenin geçmişin tozuna bulanmasında beis yoksa?
Seslere kulak vermek güzel, “sesleneni” sadece yenide aramadığımız sürece...
KENDİ İŞİNİ KENDİN YAP
En ufak bir şeyde eve usta çağıran insanlarız. Bir elektrik prizi takmasını, musluk değiştirmesini bilmek lazım. Bir de artık yapı marketlerde çok güzel ürünlerle internetten öğrendiğimiz fikirlerle çok güzel dekorasyon, malzeme önerilerini alıp uygulayabiliyoruz. Biraz yorularak doğru malzeme ve işçilik ile kendi evini boyayabilir hatta mutfak dolaplarından, fayanslara kadar bir dizi değişiklik yapılabilir. Ustalarla uğraşmak zordur diye bir laf var ya, gerçekten doğru. Zaten usta bulmak da zorlaştı ve bence herkes kendi evinin ustası olsun. Daha az parayla daha az sinirlenerek zevkle kendi evinin değişikliklerini yapar ve keyfini çıkarırsın. Zaten olay buraya gidiyor. Çünkü artık insanlar fayans ustası, boya ustası gibi ustaları da bulmakta güçlük çekiyorlar. Genç nesilden artık kimse boyacı olmak istemiyor. Yapı marketlerde de istediğinizi evinize göre kestirebiliyor, ayarlayabiliyorsunuz. Ne diyelim elimize sağlık.
ARTI
Protez tırnak
Her şey para değildir. Bir güzellik uzmanı tanıdığım protez tırnak yaptırmak isteyen 13 yaşındaki genç kızı uyarıyor. Kız parasını vereceğini söylemesine rağmen uzmanımız 18 yaşından önce bu tür işlemlerin yapılmaması gerektiğini söylüyor. Anne babasının izni olsa bile ben yapmam diyen uzmanımız kızı ikna emekte epey dil dökmesi gerekiyor. Zaten anne, baba izni de olsa kendisi yapmayacağını söylüyor. Elbette yapan yerler var. Parayı verecek diye göz ardı edilen çok şey var. Ama işlerimizde prensiplerin olması lazım. Henüz 13 yaşında tırnağına protez yaptıran bir çocuk daha sonra sıraya neyi koyacak? Takma kirpik, burun ameliyatı!?
EKSİ
Otobüsteki rezalet
Geçenlerde sosyal medyaya yansıyan İETT otobüsündeki iki genç kadın ve bir genç adamın boru dansı yapmaları infial uyandırmalıydı. Ama kanıksıyor olmamız büyük tehlike. O otobüste bir tane laf edecek biri yok muydu? Herkes öyle izledi mi? Laf etmeye korktunuz mu onca insan bir arada? Ya otobüs şoförü! O ise aracı karakol önüne çekip bunları oraya teslim etmeliydi. Özgürlüğünüz batacak sizin. Yazıklar olsun.
İSRAİL HER YERDE İŞGALCİ
İlginç bir olay geldi başıma. Geçenlerde annemi terminale götürmek için birlikte bindiğimiz belediye otobüsüne bir grup turist bindi. Ancak Kadıköy hattından geçen bu otobüse turist binmesi pek olası değildir. Ama Cuma pazarına gelmişler demek ki. Otobüs zaten kalabalıktı. Bir de başka duraktan aşağı yukarı on kişi olan bu turistler tıka basa otobüsü doldurdular. Fakat otobüse girişleri çok dikkatimi çekti. Çünkü ben ön kapının yanında ayaktaydım ve sıkış tıkış bu turistlerle burun buruna seyahat etmek durumunda kaldım. Turistlerden genç olan erkek bana çok yankı duruyordu. Ben ayakta durmakta güçlük çekerken daha da bana rahatsızlık verecek şekilde duruyor ve istifini de bozmuyordu. Konuştukları dilden nereli olduklarını anlayamayınca sordum. Meğerse İsrail’den geliyorlarmış. Neyse misafir misafirdir diyecek bir şey yok ancak bu gencin tavırlarını ve duruşunu sevmedim. İnerken de bu gence “Filistin Özgürdür” dedim İngilizce. O da alaycı bir şekilde olur olur dedi. Tam bu genç inerken yanlışlıkla annemin davulu ayağına çarptı. Bana dönüp bakışını fırlatma anını hiç unutamayacağım. Eğer Filistin’de olsaydım kesin beni boğazlamıştı diye geçirdim içimden. Nasıl bir düşmanca bakıştı o. Filistinlileri düşündüm ve gerçekten çok üzüldüm. Asla hak etmiyorlar bu zulmü ve bunlar daha küçüklükten Müslümanlara karşı düşmanca dolduruluyorlar. O kadar belliydi ki bu gencin bakışlarından. Biz Müslümanların yapacak daha çok işi var. Her şeyden önce çok güçlü ve zengin olmak zorundayız. Tabii şunu da sorabilirsiniz. Bana sataşsaydı ne yapardınız diye. İsrailli Müslümana saldırıyor diye bağırırdım sanırım. Etrafıma insanları toplardım. Çünkü benim ülkemde o işgalci tavrını gösteremezsin. Bu da ona iyi bir ders olurdu ama neyse ki onlar bu nefretleriyle acı içinde huzuru tatmadan yaşamak zorundalar. Bu da onlar için büyük bir bela aslında bakarsanız.