İnsanın özü nedir? İnsan bunu bilirse özüne göre hareket etmesi gerekmez mi?
İnsanın özü nedir? İnsan bunu bilirse özüne göre hareket etmesi gerekmez mi? Ama bilirse! Bütün dünya serüvenimizin aslında temel amacı özümüzü keşfetmek ile ilgili. Yoksa bir şeyler yaşayıp da hadi ölelim denmiş olamaz. Bu kadar basit ve temelsiz bir yaşam formu olamaz. Bir yaprak dahi sonbahar geldiğinde, toprağa düşüyor ama yok olmuyor. Biz görmediğimiz için yok oldu sanıyoruz. Ama o toprağa gübre olarak karışıyor ve ağacın köküne başka minerallerle yeniden can veriyor. Yani başka bir şekilde hayatiyete katkısını devam ettiriyor. Yaprak böyleyse insan gibi bilinçli bir varlık, sadece gelip bu dünyadan geçecek mi? Sonra da ölecek ve her şey bitecek mi? Bu kadar basit olabilir mi? Evet yaprak seviyesinde olanlar için belki bu öyledir. Ama bilincinin farkında olanlar ve seviyeyi sürekli yükseltme çabasında olanlar için durum bundan daha farklı.
Bilinç sıçraması!
Bilinç sıçraması falan gibi havalı laflara kanmayalım. Bilincinin farkında olan her insan evladı doğruluk, dürüstlük ve iyilik yolunda devam ettiği sürece bilinci gelişir. Öyle bir takım psişik tanımlamalara da gerek yok. Allah’a yakın olmakla ilgili bir durum bu. Ayrıca sadece ibadette olmakla alakalı bir durum da değildir. İbadet insanın en alt seviyede başlaması gereken bir antrenmandır. Her gün her yaşta yapılması gereken günlük yürüyüş gibi. Ama tüm bunun üzerine de kurmamız gereken daha büyük hedefler var. Allah kimisini cerrah olma kapasitesi ile donatmıştır. Kimisi de çiftçi olma kapasitesi ile bu dünyaya gelmiştir. Önemli olan bizim bir bilinçle bu isimlerimizi kendimiz bulup ortaya çıkarıp donanımımıza göre yazılımı geliştirmektir. Bu yazılımın üzerine ilave ettiğimiz her yeni değer bir bilinç sıçramasına karşılık gelir. Çok örnek verebilirim ama karşılıksız iyilik yapmak bunlardan biri olabilir.
Meşaleyi ne yakar?
İnsanda zaten var olan o iştiyak, var olmanın verdiği merakla yaşama hadisesi; keşfetme ve hayret duygusunu körükleyen şeyler insanın içinde yanar. O meşaleyi bazen bir bilgi yakar ve onun peşinden gidersin bazen iyi bir usta karşına çıkar sana el verir ve onunla devam edersin. Ama hep uyanık olma hep bir farkında olma durumu ile karşı karşıyaysak bu meşale hep yanar. Bu çağda öne sürülen sosyoekonomik bahaneler bu meşalenin yanmasını engelleyemez. Bedensel sorunu olanlar bile büyük başarılara imza atabiliyorlar. İçlerinde bir alev hiç sönmüyor ve büyük bir heyecanla tüm engelleri aşıyorlar. Biliriz ki en büyük başarılar en zor koşullarda azimle o zorlukların üstesinden gelmekle kazanılmıştır. Meşaleyi ancak insanın kendisi yakar ve o meşaleyi yine insanın kendisi söndürür vesselam.
KEYFİMİZİ BOZACAĞIZ
Sanayii devri ile birlikte icad edilen iş saati kavramı Covid19’a kadar tıkır tıkır işliyordu. Ya da biz işlediğini sanıyorduk. Pandemi ile birlikte hızlı bir şekilde çok şey değişti. Evden çalışma düzeni hatta başka bir ülkeden çalışma sistemi dâhil birçok alternatif saat kavramının o dakikliğini ve düzenini bozdu. Mesai kavramını ortadan kaldırdı. Hala eski sistem çalışan şirketler yok değil. Ama eski çalışma düzenini kaldıran artık çok firma oldu ve bu yeni sistemle çalışan firmalar hayli çoğaldı. Bu düzenimizin bozulduğunu gösteren ilk işaretti. Ardından düzenli gıdaya erişimin rotası da değişti. Bakın bugün tahıl koridoru anlaşma süresi doldu ve devamı gelecek mi bilinmiyor. Pahalılık başta ülkemizde olmak üzere astronomik seviyelere ulaştı. Ama ben kendi ülkemiz bazında söylüyorum evet artık bizler şu rahatımızı bozmak zorundayız. Emekli de olsak bu paralarla geçinemeyeceğiz. Dolayısıyla ikinci iş alternatifleri bulmalıyız. Hatta şimdiden çocuklarımıza emekliliğin bir hatıra olarak kalacağını da söylemek zorundayız. Çünkü devlet memurları hariç artık emeklilik sistemi kalkmalı. Devlet küçülmeye gitmeli. Çok önemli konularda; savunma, eğitim ve sağlık devlette olmalı ama bu da çok sınırlanarak küçülmeli. Yoğun bir şekilde ihtiyaçlara yönelik üretim olmalı. Sadece keyfi öyle istiyor ya da o alanda çok para var diye her bölüm üniversitede açılmamalı. Eve getir götür yerine üzgünüm herkes kalkıp yemeğini yapacak, tencere kaynayacak. Sökükler dikilecek. Bozulanlar tamir edilecek. Eski bilgisayarla idare edilecek. Gak deyince su guk deyince yemek devri bitti. Herkes karınca kararınca üretecek. Ama bir fidan dikecek ama bir fikir üretecek. Yani hepimizin rahatı kaçacak, kaçmalı. Normale bu şekilde dönebiliriz.
Umut moleküleri
Vücudumuzun düzenini hiç bozmadan onları sürekli rahata alıştırmak vücudun ihtiyacı olan proteinleri de üretmesine engel oluyoruz demektir. Araştırmalar bu yönde. İşte bugün içimizdeki bu amansız umutsuzluk sadece hareketsiz imanla elde edilecek bir durum değil. Keyfimizi bozmak ve o rahat ettiğimiz alandan çıkıp kaslarımızı zorlamak zorundayız. Sadece kaba kaslarımızı değil. Buna beyin kaslarımız da dâhil. Elbette beyin kaslardan oluşmuyor. Ama kaslarımıza komut veren beyin sonuçta. Peygamber efendimizin şu sözü bu anlattıklarımı özetliyor aslında. “Bir yorgunluğu başka bir işle dinlendirmek” düsturunun altında ciddi bir ilmi taban var.
RIZIK DAĞITTIKÇA ÇOĞALIR
Yemek yiyebilmek, rızkını temin edebilmek, yarına tekrar aynısını yapabilmek ne büyük nimet, düşünen var mı? Ve yine büyük bir aldanış bunları hep yapabileceğimizi sanmak. Asla düşebileceğimizi aklımıza getirmemek. Oysa en güzel haslet bir kuştan da ders alabilmek, bir evsiz adamın elinden nimeti bölüşmek. İnsan hep mi aldanır? Bir ders alır unuturuz. Daha büyük ders gelir, yaşarız ama yine unuturuz. O zaman şunu mu demeliyim; “İnsan ders ala ala anlar hayatı, insan yaşar ama yine de ders almaz”. Biz hangi taraftayız? Ders alan tarafta mıyız? Yoksa ders alamayan tarafta mıyız? Rızık dediğimiz şey sadece ekmek değildir. Rızık şu an içinde bulunduğumuz nimettir. Nefesimiz rızık. Cebimizdeki üç kuruş rızık. Sevdiklerimizin sağlığı rızık. Tebessüm edebilmek rızık. Hayvanları bile aç bırakmayan rızkını veren Yaradan, insanı neden aç bıraksın? Rızık endişesine düşmek hırstan olsa gerek. Ya da ben hak ediyorum gururundan rızık endişesi içini kavurur insanı. Oysa dünya herkese yetecek kadar rızıkla dolu. İnsanoğlunun endişesi kendi rızkını kendi kestiğinden. Kendine ihanetinden. Çünkü Yaradan durup dururken kimsenin rızkını kesmez. Paylaşmak rızkı çoğaltır, kalbi iyileştirir, toplumu birbirine bağlar, insanlar arasında sevgiyi çoğaltır. Rızık dağıtılması için insana verilen bir nimettir. Dağıtan kazandıkça kazanır. Dağıtmakta ketum olan kaybettikçe kaybeder her şeyinden; sağlığından ve insanlığından.
AŞK ÖLMEZSE MEŞK ÖLMEZ: ÜSTAT HAFIZ KEMAL BATANAY…
Bundan tam kırk iki yıl önce haziran ayının yirmi ikinci gününde Türk Mûsıkisi’ndeki kadim meşk zincirinin en kıymetli halkalarından ve mûsıkişinaslarından olan, Bestekâr, Tanbûrî, Hattat, Hâfız, Üstat Hacı Kemal Batanay’ın (1893-1981) diğer âleme göçüyle beraber, âlimin ölümünün âlemin ölümüne işaret ettiği bir ân yaşandı.
Camii imamı olan babası Hâfız Ziyâeddin Efendi (1868-1938) ile Ayşe Sıdıka Hanım’ın ilk erkek evlâdı olarak 1893 senesinin şubat ayında Hırka-i Şerif Camii yakınındaki bir evde dünyaya gözlerini açan Hafız Kemal Batanay’ın kendisi gibi kardeşleri de sanatçı bir ruhla dünyaya adım atmıştı. Bestekâr İbrahim Nurettin (Ulueren) ve Beşiktaş semtindeki meşhur Barbaros Anıtı’nın da mimarı olan heykeltraş Zühdü (Müridoğlu)…
Hat sanatına ve mûsıkîye derin bir ilgi duyan Kemal Batanay, on altılı yaşlarında Kasımpaşa Küçük Piyale Camii imamı, zâkirbaşı Şeyh Cemâleddin Efendi’den ilk mûsıkî derslerini aldı ve daha sonradan ona katılan yakın arkadaşı Hafız Sadettin Kaynak ile hocanın mûsıkî meşklerine devam ettiler. Bu derslerde ve meşk geleneğinde hocanın öğrencisine el vermesiyle birlikte başlayan manevî akışta bir yandan beste, ağır semaî, şarkı, ilahî gibi türlü formdaki eserler geçiliyor ve hıfzediliyordu. Aşkla ve meşkle uyanabilen bir özellik olan eserlerin okunuşunda lazım gelen duruş, duygu, tavır onun ruhunda çoktan uyanmış, meşk aktarımıyla daha da çağlamaya başlamıştı.
Bu aşk Hafız Kemal Batanay’ı Galata Mevlevîhanesi Şeyhi Neyzen Emin Dede’den (v.1945) Mevlevî âyinlerini meşk ederek, Türk Mûsıkîsi’nin eski nota yazılarından olan Hamparsum notası öğrenmeye, oradan da on altı yıl aralıksız ders alacağı Yenikapı Mevlevîhanesi’nde Neyzenbaşı ve dönemin en ünlü mûsıkî âlimleri arasında olan Rauf Yekta Bey’e (v. 1935) sürüklüyordu. Oradan Sultan 3.Selim’in tanbûr hocası Tanbûrî İsak’ın öğrencisi Tanbûrî Oskiyam’dan, Kozyatağı Şeyhi Halim Efendi’den tanbûr meşk etmiş olan, Tanbûrî İsak tavrı olarak anılan klasik tanbûr icra tavrının son temsilcilerinden mûsıkî âlimi Dr. Suphi Ezgi’den tanbûr meşk etmeye gidiyor, oradan Kadı Fuad Efendi’ye oradan da Tanbûrî Cemil Bey’in talebesi olan Refik Fersan ile tanbûr meşkine doğru yol alıyordu. Aynı dönemde güzel yazıya, hat sanatına olan aşkı da devam ediyor, isli mürekkepli kamıştan kalemiyle hat çekmeye ve denemeye devam ediyordu.
1919 yılında askerden döndüğünde ilk çifte ezanı okuduğu, doğduğu şehir işgal altındayken, hayat şartları onu farklı mesleklere yöneltse de o sanatla uğraşmaktan asla vazgeçmiyordu. Bu dönemde Udî Ayşe Meveddet Hanım ile ilk evliliğini yapıyor ve biricik oğlu Recaî dünyaya geliyordu. 1925 yılına kadar Galata Mevlevîhanesi’nde âyinhanlık, cuma imamlığı yapmaya, mûsıkîyi bırakmamaya gayret ediyordu. 1926 yılında Türk müziği öğretiminin kaldırılmasına rağmen, bir araya gelen Dar’ülelhân Alaturka Şubesi Heyeti ‘nde o da bulunuyordu. 1927 yılında tanbûr icracılığındaki üstün yeteneği ile adından sıkça söz ettirecek, “Harika çocuk” olarak anılacak Ahmet Ercüment adında bir oğlu daha kucağına doğuyordu ki oğlundaki bu olağanüstü yeteneği daha beş, altı yaşlarında fark edecek, onu mûsıkîye yönlendirecek kadar da sezgi sahibiydi.
1928’lı yıllardan itibaren aşkla bağlandığı mûsıkî çalışmaları, besteleri, icracılığı, hocalığı çok takdir görmüştü. Fakat 1929 yılı Hafız Kemal Batanay için tevekkül ile sabrın karşı karşıya geldiği, oğlu Recaî’nin menenjit hastalığına yakalanması sonucunda evlâdını son yolculuğuna uğurlamak zorunda kaldığı, çok hüzünlü bir yıl olmuştu. Olanca duygusunu ve oğluna hasretini mûsıkinin nağmelerine, 1940’lı yıllardan sonra hat sanatıyla kağıda akıtan Batanay’ın mızrabıyla inleyen tanbûrunun telleri bu defa oğlu için dizdiği ezgilerle, tevekkülle inliyordu. İçindeki bu kudretli aşkın alevi sönmüyor, hatta mûsıki ilmiyle ona ilham ve şevk veriyordu. Süleyman Çelebi’nin “Mevlid-i Nebevî” manzumesinin altı yüz beyit olan tamamını besteliyor, on iki bahrini seksen dokuz mûsıkî makamında ve on farklı ritmle olağanüstü bir nakış misali ilmek ilmek dokuyordu. O vefat ettikten sonra Batanay’ın ölümsüz eseri yeniden seslendiriliyor, hatta UNESCO’nun 2022 yılını Süleyman Çelebi yılı ilan etmesiyle birlikte bugünlerde çeşitli şehirlerde düzenlenen organizasyonlarla tekrar anılıyordu.
Yıllar sonra 1976 yılında Ses Sanatkârı Münir Nurettin Selçuk ile birlikte Kubbealtı Cemiyeti Mûsıkî Enstitüsü’nde musıkî meşklerine başlayarak, tanbûr talebelerini âdeta oğlu, kızı gibi benimseyen Hacı Kemal Batanay, gerek Ağa Camii arka sokağındaki evlerinde oğullarının annesi, birinci eşi Udî Ayşe Meveddet Hanım ile beraberken, gerek Kadıköy’deki Rıhtım Caddesi’ndeki evlerinde on üç tanbûr ile gelin giden ikinci eşi Tanbûrî Naime Batanay ile beraber yaşadıkları evde meşk geleneğinden aldığı hissiyatla, tanbûr öğrenmeye talip olan tanbûr öğrencilerine bedelsiz, ücretsiz tanbûr öğretmeye devam ediyordu. Bu öğrenciler arasında olan Mehmet Ali Sarı, hocasının vefatından sonra yazdığı “Beyoğlu’nda Bir Hafız-Kur’anla Geçen Bir Ömür” kitabında hocası Kemal Batanay’ı saygıyla anarken, Hat meşki öğrencisi olan ve kendisinden icazet alan Muhittin Serin, hocasının hayatını kaleme aldığı “Bestekâr, Tanbûrî, Hattat, Hafız Kemal Batanay” adlı kitabında hocasına saygı duruşunda bulunuyordu. Bir diğer öğrencisi rahmetli Tanbûrî Merih Özaltıner yaşadığı Gökçeada’da kendisinden tanbûr ve ney öğrenmek isteyen öğrencilere hocası gibi karşılıksız yol gösteriyor, rehberlik ediyordu. Tanbûr öğrencisi olan Tanbûrî Nuri Benli, hocasından yadigâr kalan tanbûra sıkı sıkı sarılırken, ona özlemle gözleri doluyordu.
Hazretin dediği gibi ölen bedenden ibarettir, ölen ne aşktır, ne de âşıktır. Âşıkların kabri ariflerin gönülleridir. Yürekte, kalpte, gönülde aşk ölmezse meşk ölmez.
KIYAFET TAMİRİ PAKETİ
Bu köşede yıllardan beri eski eşyaların tamir edilebileceğine dair yazılar yazıyoruz. Zaten büyüklerimizin bir şeyi doğrudan çöpe attıklarını pek görmedim desem doğrudur. Anneanneme her sonbaharda kış için yeni bir pazen elbise alırdık Kadıköy’den. Başka da bir şey alınmazdı. Sayılı kıyafetleri vardı. Çok eskiyenler artık atılırdı. Ama dikişle düzeltilecek, onarılacak yerleri varsa mutlaka yapılırdı. Don lastiği diye bir şey vardı. Donların lastikleri gevşedi mi değiştirilirdi. Çoraplar dikilirdi. Çok uzak bir tarih değil. 70’lerde ve en son 80’lerdeydi bu tür alışkanlıklar. Sonra hızlı bir tüketim çağına girdik ki geldiğimiz durum ortada. Baksanıza dünyada her yıl 100 milyardan fazla tekstil ürünü satılıyor ve moda devlerinden biri olan Fransa’da yılda kişi başına satılan tekstil ürünü kilo cinsinden 10,5. Tahminlere göre de Fransa’da her yıl 700 bin ton giysi çöpe atılıyormuş. Fransa’nın bir ekoloji dönüşümden sorumlu bakanı varmış. Bunu da bu haber vesilesiyle öğrendik. Fransa bu bakanlığın bir projesini hayata geçirme sürecinde. Tüketim alışkanlıklarını düzenlemek ve israfı önlemek amacında olan bakan Berangere Couillard kıyafetlerin onarımı kapsamında ödeme yapacak. Tamir masrafları destek ödemesi yapacak olan Fransa’daki dev markalar nasıl bakıyorlar acaba? Aslında onları da bu proje kapsamına alabilirler. Fransa’da eski kıyafetini ya da ayakkabısını onartana 6 ila 25 euro arasında geri ödeme yapılacak. Tamir destek paketinin hükümetin önümüzdeki beş yıl için ayırdığı 154 milyon euroluk fondan karşılanacağını söyledi. Couillard, tüm dikiş atölyelerini ve ayakkabıcıları programa katılmaya davet ederken, "Amaç, onarım yapanlara destek olmak." dedi. İklim değişikliğiyle mücadele kapsamında Fransa, atıkları azaltmak, doğal kaynakları korumak ve biyoçeşitliliğe verilen zararı sınırlamak için ev eşyalarına ilişkin üretim yöntemlerini ve tüketim alışkanlıklarını değiştirmeyi amaçlayan yasayı 2020'de çıkardı. Büyüklerimizin düsturu olan israfa asla mahal vermeme alışkanlığını şimdi Türkiye’de yeniden nasıl ayağa kaldırabiliriz. İstanbul’da her gün çöpe giden ekmek sayısı 5 milyondan fazla. Son rakamlara tekrar bakmak lazım ama bundan az olmadığını biliyoruz. İsraf dünyanın en büyük belası. Çünkü başkasının hakkını da çöpe atıyoruz. İhtiyacımız olmayan eşyaları sadece hoşumuza gittiği için alıyoruz. Buna bir son vermeliyiz. Yoksa doğa bizi cezalandırmaya devam edecek.
ARTI
İş öğretmek kutsaldır
Bir insanın elinden tutup iş göstermek ve ona emek vermek kadar değerli bir şey yoktur. Ekmeğini kazanması için destek olmak, teşvik etmek, bıkmadan başaracağına inanıp onun için sevinmek ne güzel duygular. Böyle insanlar günümüzde nerdeyse yok kadar az. Üniversitede işi teorik olarak öğrenebiliriz. Ama baş başa bir ustanın el vermesi şefkatle öğretmesi ise bambaşkadır. Üstelik daha henüz çok genç yaşta size yol gösterecek ve seçeceğiniz mesleği dahi bulmanıza yardımcı olacak o kişi yanı başınızdaysa şanslısınız. Ben böyle birini tanıyorum ve henüz 13 yaşındaki bir genç kızımıza işi öğretiyor ve yol gösteriyor. Ne mutlu öğreten ablamıza ve şanslı genç kızımıza.
EKSİ
Ortaya çıkmış
Büyük bir haber ajansı web sitesindeki haber diline aklım takıldı. İstanbul’da yabancılara yerleşme izini kısıtlaması yapılacağı “ortaya çıkmış”. Haberi ortaya çıkmış vurgusuyla yazılmış. İçişleri Bakanlığı’nın kararıyla 39’a yükseltilen yabancılara oturma izni verilmeyecek olan mahalle sayısını haberleştirirken bunu sanki gizli bir şeymiş de gazeteciler ortaya çıkartmış gibi yazılması hangi akla hizmettir. Ortaya çıkardık, bakanlık aslında gizliyordu demeye getirileceğini idrak edememiş yazan gazeteci ve editör. Yazmak bilinçli olmayı getirir. Cümlenin nereye varacağını bilmek lazım.
KIZLAR İÇİN OKUL
Türkiye’de gündeme oturan bir konu daha anlaşılamadan başka bir gündeme yerini bırakıyor. Geçenlerde yeni milli eğitim bakanımız kızların okula gitmesine yönelik taleplere kulağını tıkamayıp birilerine göre anti laik veya çağdışı bir söz kullandı. Kızlarını erkeklerle karışık okula göndermek istemeyen ailelere yönelik kız okulları açılabileceğini ifade etti. Ben ortalıkta kopan kızılca kıyameti anlamlandırmaya çalışsam da olmuyor. 1911 yılında kurulmuş ve hala kız lisesi olarak faaliyet gösteren ve İstanbul’un göbeğinde yer alan Erenköy Kız Lisesi’ni duymadınız mı hiç? Kız imam hatiplerini geçtim çünkü bu tartışmaların içindeki hedef tahtası zaten. Erenköy Kız Lisesi Atatürkçü, laik Türk kızlarını yetiştirmek için açılmış ve benim zamanımda da bu anlayışla eğitim yapmıştır. Hatta şunu ekleyebilirim. Ben Türk klasik müziğine aşık bir genç kızdım o zamanlarda da. Müzik öğretmenimiz sesimi beğenmiş beni koroya da almıştı. Bir keresinde beni müzik öğretmenliği veya opera sanatçılığına yönlendirmek istediğini söylemişti. Bense Türk müziği konservatuvarına gitmek istediğimi söyleyince; “Erenköy Kız lisesi gibi çağdaş bir okuldasın. Nasıl gerici bir müziğin peşinden gidersin” demiş ve kızmıştı. Neyse ben o günden sonra konservatuar dahil hiçbir müzik okuluna gitmedim. Sonra bilumum irtibatlarım oldu tabi korolar vasıtasıyla. Yani diyeceğim o ki kısaca EKL de dediğimiz okulumuz böyle çağdaş kız okuluydu. Hala da kız okulu. Kız okullarının açılmasını yeni bir sosyolojik değerlendirmeler ışığında tekrar bakmak ve ona göre karar vermek lazım. Birilerinin feveranıyla karar verilecek işler değil zaten.