İslam dini bize karşımızda gördüğümüz hataların da, güzelliklerin de, kendi hakikatimize ait olduğunu öğretir.

İslam dini bize karşımızda gördüğümüz hataların da, güzelliklerin de, kendi hakikatimize ait olduğunu öğretir. Başka diye gördüğümüz her şey, aslında kendimizin aynadaki aksidirler. Onun için dilimizde bazı terimler hakikati yansıtmıyor. Mesela, öteki kelimesi ya da ötekileştirmek kelimesi aslında, ötede gördüğünde kendini bilmek ve tanımak manasında, ötedeki teki, gibi anlaşılmalıdır. Farklılıklar, Allah’ın kula lütfudur. Zira sanatçının sanatı farklılıklarda yatar. Allah kuluna kendini tanıtmak için onu kendi huylarından, meşrebinde, anane ve geleneklerinden farklı gibi gözüken ama öz olarak kendi hakikatimizi gördüğümüz değişik aynalarla çevirir. İşte insan, Yaradanın büyüklüğünü hissettiği ve kendini bilip tanıdığı topluluğun içinde Allah'ına şükretmekle yükümlüdür. Çünkü çevresindeki herkes, aslında var olmayan hayallerden ibaret olup, tekamül etmemiz için bize lutfedilen birer hediyedir.

Görüyoruz ki; İslam’ın selam, selamet, anlamına gelen manaları teslim olan herkese yüce Rabbimizin bu hakikati göstermesi ve adeta başkalarıyla bize selam vermesidir. Bu yüzden Yasin suresinde Allah, “Selamün kavlen min rabbin rahim” ayetiyle bütün bu hakikatleri öğreten Peygamberin Rab ve Rahim ismiyle tecelli ederek, aslında kendisinden kullarına bir selam olduğunu anlatır.

Biliyoruz ki, İslam’ın diğer dinlerden farklı özelliklerinden biri de budur. Dinimiz, Gafur ismiyle tecelli eden Allah’ın kulunu her vesileyle affetmeye hazır olduğunu, hatta bu sebeple ne çok vesile oluşturduğunu göstererek bizi utandırır ve hayretler içinde bırakır. Yüce Rabbimiz, daha yaradılıştan bir’i iki gören, kusurlu bizlerle her an, bir ve beraber olduğunu bize gösterirken, biz O’nun kullarını affedemeyip suçlarsak, bu adeta Rabbimize “Sen de beni affetme Allah’ım!” der gibi bir istekte bulunmak olmaz mı?.. Bilmeliyiz ki; O her an bizle meşguldür ve her an sevgisini göstermeye hazırdır. Zira Onu sevebilmek, hatta O’nun lütfuyla Peygamberi sevebilmek, Allah’tan gelen bir kabiliyettir. Buradan anlaşılıyor ki; O tövbe ismiyle bize dönmese biz tövbe bile edemeyiz, o şekur ismiyle bize nimet yağdırmasa biz şükredemeyiz. Bütün bu güzelliklere muhatap olabilmenin tek yolu, O’nun sayarak yarattığı her şeyi sevmek, sevemesek bile saygı duymak olabilir. Zaten bu, zorlama bir şey olmayıp, ayette buyrulduğu gibi, her şey O’nu tesbih ettiğine göre, sevdiğinin tesbih eden her varlığa karşı yakınlık duyarak, idrak eden kulun mecburiyetidir. İşte dinimizin “Yaratılanı yaradandan ötürü sevme" hakikati, Batının sadece aydın olduğu için zorla tolere ettiği, yani kendini kabullenmek zorunda hissettiği halin farkını bize öğretir. Toleransla hoşgörünün benzemediğini görürüz ve dinimize bir kere daha şükrederiz.

Bütün bu güzellikler kulu halinden memnun olma, hadiseleri kabul edebilme ve aradakini görmeyip yapanın yaptıranın Allah olduğunu idrak etme seviyesine ulaştırır. Bu seviyeye gelen kul, Bakara Suresinde geçen ayetteki “Onlar için korku ve hüzün yoktur” hükmünün muhatabı olur ve daima cennette olur. Dikkat etmemiz gereken nokta, bu idrake varsak da toplumun düzenini bozmaya çalışan, yahut Allah’a ve Peygamberine hürmetsizlik eden kişilere karşı mücadeleyi devam ettirmektir. Kalben herkesin vazifeli olduğunu idrak edip, o vazifeye hürmet etse de, şeklen Peygamberin “Haksızlık karşısınad susan dilsiz şeytandır” hadisine uyarak, hareket etmeyi kendine vazife bilir.

İşte bu denge, kula edep kavramını öğretir ki, dinin özü, tasavvufun hakikati edeptir. Ancak edeple Allah'ın rızası kazanılır. Velhasıl, yüce Peygamber’in de buyurduğu gibi, hoşgörüyü hal edinelim ki bize de öyle davranılsın.

Amin.