Çölden kalkıp gelen bu bedevî, biraz terbiye ve nezâket sınırlarını aşarak, yüksek sesle bir soru sorar: Hanginiz Muhammed?

Şöyle biraz eskilere gidelim. Devir, literatürdeki ifâdeyle “Asr-ı Saadet” devridir. Zaman, milâdî yedinci yüzyılın ilk yarısıdır. Mekân, günümüzdeki coğrafî tanımlamayla söylersek Arabistan Yarımadası’ndaki iki şehirden – Mekke ya da Medine – biridir.

Allah’ın son peygamber olarak insanlığa gönderdiği Muhammed Aleyhisselâm, sahabe-yi kiram efendilerimizle bir arada otururken, çölden bir bedevî gelir. Bu bedevînin kulağına gelmiştir ki, Muhammed isimli biri yeni bir dinin vahyini insanlara aktarmakta ve onların hem maddî hem de mânevî hayatlarını güzelleştirecek şeyler anlatmaktadır. Çölden kalkıp gelen bu bedevî, biraz terbiye ve nezâket sınırlarını aşarak, yüksek sesle bir soru sorar: Hanginiz Muhammed?

Bedevînin bu soruyu sormasının sebebi, Peygamberimizin birlikte oturduğu ashâbından farklı bir dış görünüşte olmamasıdır. Daha yüksek bir yerde oturmamaktadır. Yanında serinlik yapmak için yelpâze sallayanlar yoktur. Hizmetçiler etrâfında dört dönmemektedir. Bedevî muhtemelen gelirken yanlış bir önyargı ile bunların tersi olacağını ve aradığı kişiyi diğerlerinden hemen ayırt edeceğini düşünmüştür. Ama bu olmamıştır ve bu bedevî, Peygamberimizi dış görünüşüyle ayırt edemez ve bu soruyu sorar.

İki anlamı olan soru

Bedevînin “Hanginiz Muhammed?” diye sorarken tek bir amacı vardır. Peygamber Aleyhisselâmı’ı bulmak ve O’na bu yeni din hakkında sorular sormaktır. Oysa bu sorunun günümüze yansıyan başka bir anlamı daha vardır. Allah’ın “Habibim” hitabına muhatap olan benzersiz seviyedeki bir insan, nasıl olur da, birlikte oturduğu diğer insanlardan fiziken ayırt edilemeyecek kadar “onlar gibi”, “onlardan” olabilir?!

Lafa gelince “Peygamber’in sünneti” deyip meseleyi kılıf-kıyâfet, sakal-bıyık, sağ elle yemek yemek, güzel koku sürmek, misvak kullanmak, suyu üç yudumda oturarak içmek seviyesinde tutmaya çalışanlar, en alt seviyede bir makam ya da mevki elde ettiklerinde bile hemen farklılaşmak, etrâfındakilere benzememek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Daha büyük eve veya daha zengin muhite taşınan, daha pahalı araba alan, daha pahalı yerlerden alışveriş yapanlar, kat kat kıyâfet alıp bir giydiğini bir daha giymeyenler, en basit bir iş için bile hizmetçi tutanlar acaba bu yaptıklarını “Peygamber’in sünneti” açısından hiç düşünmezler mi?

O’nun ümmeti olduğu için cehennemde az kalacağına veya cennete girmeyi garanti ettiğine inananlar, hatta cennette O’nunla komşu olmak isteyen bizler acaba dünyâ hayâtımızda O’nun gibi olma konusunda kendimizden emin miyiz? Dünyâ hayâtında O’nun gibi olmazsak âhiret hayâtında O’nunla komşu olacağımızın garantisini kim verebilir?!

Değil üst seviyede ve olağanüstü meşgul bir devlet görevlisi, küçük ölçekli bir devlet kurumunun müdürü bile ziyâretçilerini randevu ile kabul ediyor. Kaldı ki bu işi para için yapıyor ve o makamda oturduğu için halkın verdiği vergilerden maaş alıyor.

Muhammedcikler

Türkiye’nin ilk atom mühendisi ve bir modern zaman dervişi olan rahmetli Prof.Dr. Ahmet Yüksel Özemre’nin şu tespitini çok anlamlı bulurum: “Hepimiz küçük Muhammedcikler olmalıyız.”

O’nun vahiy ile idâre edilen hayâtında mükemmel ve kusursuz olarak verdiği örnekler, bize “küçük Muhammedcikler” olarak elimizden geldiğinin en iyisini yapma mesûliyeti yüklemektedir. O’nun mükemmel yaptığını, eksik de olsa yapmaya çalışarak ve O’nun yapmadığından uzak durarak bu mesûliyeti yerine getirebilir. Bunu yapmalıyız ki, bize cenneti garanti ettiğini düşündüğümüz “Şefaat”i istemeye yüzümüz olsun.

“Muhammedcikler” ifâdesi ilk duyuşta biraz rahatsız edici gelebilir. Hatta tevâzu kisvesiyle “biz kimiz ki!” diye itiraz edecekler de olabilir. Ama biz kendi çapımızda birer “Muhammedcik” olmayacaksak, O’nun sünnetini neden örnek alıyoruz. O’nun kusursuz örnek yaşantısından birer parçacık bizden yansımayacaksa, O’nun nuru bizim aynamızdan az da olsa aksetmeyecekse, O’nun sünnetini fiziken uygulamak taklitçilik ve hatta riyakârlık olmaz mı?

Bir gayrimüslim bu bedevînin sorusunu öğrense ve bize “Sen ümmet-i Muhammed’ten biri olarak, sıradan insanlardan neden bu kadar farklısın?” diye sorduğunda ne cevap veririz? Kem küm etmeden ne diyebiliriz? Kur’ân-ı Kerîm’e “târihsel yaftası” asanların buna bir cevâbı olabilir ve “O sünnet o zamanda kaldı” diyebilirler. Ama bu tavır veya karşılıklar, bu gayrimüslimin sorduğu soruya tatminkâr bir cevap olamaz ve olmamaktadır.

Bedevînin bu soruyu sormasının sebebi olan tavır bile o bedevînin imânına tek başına sebep olacak kadar güçlüyken, biz bu zamanda hangi tek bir hareketimizin kimlerin imânlarına kastetmiş olabileceğimizi kendimize soruyor muyuz? Bu soruya vereceğimiz cevâp, şahsî sorumluluğumuz olarak kendi omuzlarımızdadır.

Bu sorumluluğu yerine getirirken şunu aklımızın bir köşesinde tutmak bize yardımcı olacaktır. Peygamberimizin bu tavrı peygamber olmadan önce de vardı. O’nun hâl ve tavırlarını peygamberlikten önce ve peygamberlikten sonra ayıramayız. O, peygamber olmadan önce de öyle davrandı ise, biz de peygamber olmadığımız hâlde birer Müslüman olarak bu sorumluluğu taşımaktayız.