Halimizi şükre çevirebilmek ve her nefes alışverişte yeniden dirilmek o kadar zor ki…

HER AN HER ŞEY OLABİLİR

Bana bir şey olmaz deyip sevinmeyin. Başkasının halinden ötürü vurdum duymaz olmayın. Ben bir ucundan tutabilir miyim, ne yapabilirim diye düşünün. Ev sahiplerimiz Maşallah her ay o paraları alırlar, haklarıdır eyvallah. Ama evlerine de bakmaları gerekmez mi? Şofbenden bozma yönetmelik dışı bir kombinin evin içinde olması yasakken ve bunu değiştireceği sözünü verip de yıllar geçmiş olmasına rağmen hiç istifini bozmayan bir ev sahibi karşısında ne yaparsınız? Önce nazikçe bir, iki defa bu kombinin değişmesi gerektiğini söylersiniz. Sonra hala umursamıyorsa kontrata göre zamanı gelse bile zam yapar mısınız yapmaz mısınız? Hala umursamıyorsa İGDAŞ’a bu kombi ile ilgili rapor tutturur musunuz, tutturmaz mısınız? O yüzden hepimiz için geçerli bir söz vardır: Her an her şey olabilir.

HAL DİLİ İLE ŞÜKREDEBİLMEK

Halimizi şükre çevirebilmek ve her nefes alışverişte yeniden dirilmek o kadar zor ki…

Böyle bir cümle ile başlamak istemezdim. Ancak etrafımdan edindiğim hem de en dini bütün gözüken kişilerden, ailelerden duyduğum sokakta, alışverişte aldığım, duyduğum izlenim bu yönde. Boşuna söylemedim bu cümleyi. Market alışverişindeyiz kasiyerde beş karış surat. Arabayla hızlıca bir lokantanın önünden geçerken orada çalıştığını üzerindeki garson önlüğünden anladığım yaşı yirmilerinde olan gencin yüzü öylesine asık ki uzaklarda nelerini yitirdin demek geliyor içimden. Trafikte şoförlerin hiçbirinin birbirine tahammülü yok. Karşıdan karşıya elindeki telefonla konuşarak telefonun öbür ucundaki kişiye en ağıza gelen küfürleri orta yere döken birine bakıyorum şaşkınlıkla. Çocuklu iki kadın yolda yürüyor. Çocuklar birbirlerine sataşıyor. Neredeyse biri kaldırımdan düştü düşecek. Anneler hala düğünde giyecekleri kıyafetleri nerden alacaklarını, rengini, kumaşını konuşuyorlar. Bir de sözlerini kestikleri için çocuklara hiddetleniyorlar.

Ne oldu bize böyle?

Hoşgörü Yunus Emre’nin şiirlerinde kalan bir güzel söz, unutulan gülümseten bir mevzuu olarak kaldı nerdeyse. Hoşgörüyü kaybettik çünkü halimizle şükretmeyi de bıraktık. Ne kendimize ne de başkalarına tahammülümüz kaldı. Giderek artan bir şiddetle insanlar kendilerine göre bir sınıflaşmaya ayrılıyorlar. Eskiden askerler, öğretmenler, doktorlar kendi mesleki gruplarından yola çıkarak oluşturdukları sınıflaşmalar vardı. Artık o gruplaşmaların içinde dahi düşünce farklılıklarına dayalı ayrışmalarla, sınıf içinde sınıflara ayrıldı insanlar. Oysa insanlık koskoca bir aile. Bu aile dağıldı mı insanlık isyana sürüklenir. Toplum zamanla doğal yapısından ayrılarak sapkın bölünmelere sürüklenir. Hoşgörüsüz toplum nefrete, kine ve kendisi ile çelişen bireylerden oluşan insanlar güruhuna döner.

Hal diliyle şükür hoşgörü ile başlar

Hoşgörü, hal aynasında kişinin kendisini başkasından üstün veya alçak görmesi değil, hepimizin Yaradanın adalet terazisinde eşit olduğumuzu gösterir. Hoşgörünün olmadığı toplumlarda şükürsüzlük had safhadadır. Kendi halinden memnun olmamak, bulunduğu yerden şikayetçi olmak, emeğinin karşılığını yeterince alamamaktan dolayı şikayetlerin hep Hakka yapıldığını unuttuk, gitti.

Şükür abidesi insanlar

Öyle insanlar da var şükür. İnsanı halinden utandıran insanlar iyi ki var yoksa uslanmayız. Eşi kilolarından dolayı geçirdiği zorlu ameliyatlar nedeniyle zaman zaman tekerlekli sandalye ile hareket ederek evi çekip çeviren, oğlu down sendromlu, kayınbiraderi otistik olan bir öğretim üyesi baba. Hepsi bir arada aynı evde yaşıyorlar. Salonun ortasında on sekiz yaşındaki down sendromlu oğlu için salıncak kurmuş. Elinde bir kap yemekle oğlunun peşinde. Oğlu sürekli babaya sesleniyor baba ikiletmeden yüzünde bir bıkkınlık emaresi olmadan hem biz misafirlerle bir arada oturup hasbihal ediyor hem de oğlunun ihtiyaçlarına koşturuyor. Bir yandan eşini diğer odadan bir diğerine tekerlekli sandalyeyle götürüyor. Evde birde yardımcı var. Zaten o da olmasa mümkün değil. Ama babanın yüzünde bir isyan emaresi bir bıkkınlık yok. Baştan başa verilene hoşgörüyü giyinebilmiş bir şükür abidesi. Eşi de aynı şekilde halinden, hasta oğlundan memnun. Biz misafirlere bayram günü örnek olsun diye Halil İbrahim sofrasından hem ikram edildi hem de o ailenin haliyle hallenelim diye ders verildi çok şükür.

DAĞLAR YIKILIN

Bir gün o yoldan gelirsen eğer arkadaki dağlara sesleneceğim ve diyeceğim ki; “bana inanmadınız, önümde hep engel oldunuz. İşte bak geliyor o ay yüzlü, sesi, tavrı güzel. Onun gelişi ile ruhumda açıldı birbiri ardına kapılar. Ölüm bile engel olamaz artık. Aşkı alemi sardı. Ne keder ne hüzün ne de bir dahaki gidişi bana dert olur. Hadi şimdi yıkılın dağlar; tozla buz olun. İçimdeki keder dağıldı. Sulara karışıp gidin. Kara büyü bozuldu. Artık bu rüzgarın önünü kesemez ne bir bulut ne de siz dağlar.”

MİNİMALİZM KAPİTALİZMİN KISKACINDA

Sade yaşam veya yabancı dildeki tam karşılığı vermese de minimalizm denilen akım kapitalizmin kıskacı altında. Sadelik ve sade bir yaşamdan kastımız markaların dışında bir yaşam önerisidir. Aslına rücu eden bir yaşam tavsiyesidir. Yani ihtiyacınız olanla yaşamayı yine biz karar vermeliyiz markalar değil. Bakınız minimalist akımlar adı altında giyim kuşam, mimarlık, mobilya, makyaj neredeyse her alanda bir fikri olan kapitalizm buraya da el atmış durumda. Hatta sade yaşamayı siz bilmezsiniz ben size öğreteceğim demenin kapitalist argümanıdır medyadaki minimalist öneriler. Nenelerimiz, dedelerimiz moda dergilerinden mi öğrendiler bu kadim öğretiyi; “İhtiyacımız olanın dışındakiler bizi hasta yapar. Alan var alamayan var. Bayramdan bayrama yeni bir giysi diktirilirdi. Yeni bir ayakkabı alınırdı.” Bunlar hep sade yaşamın cümleleriydi. Oysa kapitalizm yine marka üzerinden zincire bir halka daha takıyor.

BAYRAMDA İSTANBUL GÜZEL

Bayramlarda İstanbul dışına çıkmayı sevmeyenlerdenim. Zaten köyüm, memleketim de yok. Nereye gideceğim? Tatil için bayramları tercih etmemek gerektiğini ailecek acı bir şekilde yıllar önce öğrenmiştik. O günden beri her bayramı İstanbul’da geçiriyoruz. Bayramlarda İstanbul bomboş oluyor. En başta rahat bir trafik sizi İstanbul’un birçok yerine on bilemediğin on beş dakikada ulaştırıyor. Bayram gerçekten İstanbul aşıkları için biçilmiş bir kaftandır. Tatil yöreleri ise tam bir facia. Hele hele Bodrum başta olmak üzere Ege ve Akdeniz sahilleri nefes alınacak gibi değil. Trakya’daki sahil kasabalarında dahi arabaları park edecek yer bulamıyorsunuz. En iyisi mi her bayram İstanbul’da kalıp İstanbul’un tadını çıkarmalı. Şimdilik bayramlar yaza denk geliyor ama kışa denk geleceği dönemler de olacak. Bakalım o zaman nasıl olacak?

GELECEĞİN TEHDİTLERİNİ ÖNGÖREBİLMEK

Yaklaşık bir ay önce Türk televizyonlarında Fransız haber ajansı tarafından geçilen ilginç bir haber vardı. Fransız ordusu olası gelecek zamanda yaşanabilecek tehditleri tahmin edebilmek için bilim kurgu yazarlarından oluşan bir ekip kuruyormuş. Hayallerle tahmin edilerek bir orduya yön verilebilir mi sorusuna tarihten örnek vererek açıklıyor uzmanlar. Mesela Jules Verne’nin 1865’de yayımlanan Ay’a Yolculuk kitabı Florida’dan üç kişi uzay aracılığıyla Ay’a gönderiliyor. Bunun gibi birçok yapıt aklımıza gelebilir. Mesela Uzay Yolu dizisindeki kol saatinden kurulan iletişim modeli, görüntülü aygıt bunların hepsini kullanıyoruz artık. Hatta bu dizide ışınlanma olayı vardı ki henüz biz olup olmayacağını bilmiyoruz. Ama bilim adamlarının üzerinde çalıştığını zaman zaman medyadan öğreniyoruz. Bilim kurgu yazarlarından bu konuda yararlanma fikrinin nedenini de keşke haberin içinde öğrenebilseydik. Bilim kurgu yazarlarının nasıl çalıştığını bilmek ve hayallerini tam olarak hangi temeller üzerine kurduğunu anlamak isterdim. Mutasavvıf ve filozof İbnül Arabi’nin 12. yy’da söylediği birçok şey bugün kuantum teorisinin temeline dayandığını görebiliyoruz. Fakat o tarihlerde bunun adına kuantum teorisi denilmiyordu. Peki bir bilim kurgu yazarı olsaydınız. İlk olarak gelecekle ilgili ne söylerdiniz?