Türkiye - Gündem 15.06.2021 08:00

İslamofobi ile küresel mücadelede öncü rol Türkiye'nin

Küresel düzeyde İslam düşmanlığıyla mücadelenin ilk adımları Türkiye öncülüğünde atılmaya başlandı. Kurumsal ve küresel düzeyde İslam düşmanlığıyla mücadelenin Türkiye'nin liderliğinde yürütülmesi tesadüf değil.
İslamofobi ile küresel mücadelede öncü rol Türkiye'nin

“İslamofobi” olarak bilinen İslam düşmanlığı son dönemde gerek Avrupa’nın farklı ülkelerindeki Müslümanların gerek Çin’de Uygurların yaşadığı ayrımcılıklar üzerinden sıklıkla karşımıza çıkmaya başladı. Dahası, İslam düşmanlığı siyasi ve medyatik söylem ve eylem boyutunu da aşarak terör saldırılarına yol açmaya başladı. İslamofobik terörün son kurbanları Kanada’da polisin ifadesiyle “sadece Müslüman oldukları için” öldürülen beş kişilik ailenin dört ferdi oldu.

Öte yandan, İslamofobi kavramından başlayarak Müslümanlığın hedef alındığı saldırı ve düşmanlığın hem akademik çevreler hem de medya tarafından tartışılmaya başlanması sevindirici bir gelişme. Zira bu mesele Batı’da uzun süredir araştırmalara konu olmasına rağmen Türkiye’de bu hususta akademik düşünce ve söylem üretiminin henüz çok yeni olduğu gözlemleniyor.

Nasıl ki İslam düşmanlığı Avrupa’da giderek kurumsallaşıyorsa İslamofobi ile mücadelenin de kurumsallaşması gerekiyor. Alman polis teşkilatı ve ordusu içerisindeki İslam ve Türk düşmanı ağlar, Avusturya hükümeti tarafından Müslümanların kuruluşlarını ve Müslüman akademisyenleri hedef alan bir İslam dokümantasyon merkezinin kurulması, yine benzer şekilde Avrupa’daki köklü İslami kuruluşların yerlerine ikame edilmek üzere Avrupa’nın Protestan ve reformcu İslam tasavvuruna uygun merkezlerin kurulmaya başlanması bunlara örnek gösterilebilir.

Diğer yandan siyasi ve medyatik İslamofobik söylemlerin de ötesinde Fransa ve Almanya’da öğrenci ve memurlara yönelik getirilen dini sembol (başörtüsü) yasakları da İslam düşmanlığının yasa düzeyinde kurumsallaştığını gösteriyor. Tüm bu gelişmeler düşünüldüğünde rahatlıkla İslam düşmanlığının söylem, kurum ve yasa düzeyinde kurumsallaşarak "meşru" bir zemin kazandığını ve hatta yasalaştığını söylemek mümkün.

İslam düşmanlığıyla mücadele kurumsallaşıyor

Küresel düzeyde İslam düşmanlığıyla mücadelenin ilk adımları Türkiye öncülüğünde atılmaya başlandı. Kurumsal ve küresel düzeyde İslam düşmanlığıyla mücadelenin Türkiye’nin liderliğinde yürütülmesi tesadüf değil. Zira Türkiye pek çok nedenle İslam düşmanlığıyla mücadelede kilit bir role sahip.

Türkiye’de geçmiştekilerin aksine kendi değerleri ve kimliğiyle kavga etmeyen bir siyasi iradenin iktidarda olması İslamofobiyle mücadelede Türkiye’nin elini güçlendiren bir faktör. Nitekim Malezya-Pakistan-Türkiye arasında İslamofobiyle mücadelede işbirliği anlaşması imzalandı. Bu anlaşma İslamofobiyle mücadelenin Türkiye öncülüğünde ve uluslararası düzeyde kurumsallaşmaya başladığının ilk göstergesi olması bakımından önemli. Bu kurumsal mücadele çerçevesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda İslam düşmanlığına vurgu yaparak 15 Mart'ın BM tarafından “İslam Düşmanlığına Karşı Uluslararası Dayanışma Günü” olarak ilan edilmesi çağrısında bulunması da meselenin lider seviyesinde sahiplenildiğini gösteriyor.

Yine bu konuda Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun da bu ülkelerle koordinasyon içinde, merkezinin İstanbul olduğu bir televizyon kanalı projesi planlandığını ve teknik düzeyde çalışma toplantılarının halihazırda yürütüldüğünü açıkladı. Son olaraksa Anadolu Ajansı (AA) bir “İslamofobi İzleme Birimi” kuracağını açıklayarak bu mücadelenin Türkiye’deki medya ayağına sahip çıkacağının işaretini verdi.

Türkiye’yi İslamofobi ile mücadelede merkeze oturtan diğer bir etken de İslam düşmanlığının çoğu zaman “Türkofobi” şeklinde tezahür etmesidir. Bunda elbette tarihi nedenlerin yanı sıra Avrupa’da yaşayan Müslümanların büyük çoğunluğunun asimilasyona dirençli Türk varlığından oluşması etkili. Bu bağlamda bütüncül bir bakış açısıyla Türk kimliğine, diline ve kurumlarına yönelik ayrımcılık ve asimile etme çabalarının da İslamofobik olduğu ifade edilebilir. Zira pek çok İslamofobi araştırmacısının belirttiği gibi İslamofobi bir ırkçılık türüdür. Burada bir din (İslam) veya bir kültür Müslümanlık/Türklük/Araplık çeşitli yaftalarla damgalanmakta ve kültürel ırkçılığın araçları kullanılarak hedefe oturtulmaktadır.

Diğer yandan İslamofobiye sadece Batı’da veya Çin’de değil, nüfusunun büyük kısmı Müslüman olan Türkiye, Cezayir, Mısır ve Tunus gibi ülkelerde de rastlanmakta. Daha geçtiğimiz haftalarda sadece başörtüsü taktığı için bir kişi tarafından darp edilen Neşe Nur Akkaya vakası bunun son örneği oldu. Bu nedenle Türkiye’nin çift yönlü, bir yüzü içerideki diğer yüzüyse küresel düzeydeki İslam düşmanlığına bakan bir strateji oluşturması gerekiyor.

Türkiye’de ve Avrupa’da gözlemlenen İslam düşmanlığının birbirine benzeyen ve birbirinden ayrılan yönleri, araçları ve hedefleri iyice incelenerek ikisi için mücadelede kapsamlı ancak bu farklılıkları da gözeten bir yol izlenmeli.

Mücadelenin yöntemleri

Avrupa siyasetinin tıpkı eskiden bir “Yahudi Sorunu” icat ettiği gibi günümüzde de bir “Müslüman Sorunu” icat ettiği görülüyor. İslam düşmanlığı Avrupa’nın siyasi, ideolojik ve ekonomik krizinin başat göstergelerinden biri haline gelmiş durumda. İslam düşmanı söylemlerle Avrupa’nın Müslüman dünyaya müdahalelerini meşrulaştıran bir dış politika aracı olarak dışarıda bir dış düşman ve iç siyasetteki başarısızlıkların üstünü örtmek için Müslümanlar hedef gösterilerek içeride de bir iç düşman yaratılmak isteniyor.

Avrupa’da son dönemde merkez siyaset ve ekonomik sisteme yönelen öfke, günah keçisi olarak seçilen Müslümanlara kanalize edilmeye çalışılıyor. Fakat Avrupa’nın sömürge dönemi ve sonrasında antisemitizmle devam eden ırkçı uygulamaları incelendiğinde, bunun sadece basit bir siyasi araçsallaştırma olmadığı ve meselenin çarpık bir “paradigmaya” işaret ettiğini görmek mümkün. Bu yönüyle kendinden olmayanı şeytanlaştıran kibirli bir bakış bu paradigmada mündemiçtir.

Geçmişte Antik Yunan’da insan yerine konulmayan kadınların, sömürgeci dönemde zencilerin ve yakın tarihte Yahudilerin başına ne gelmişse Müslümanların başına da bugün o gelmekte. Bu nedenle “Batı paradigmasının” bu kodları iyi okunmalı, özellikle yakın tarihte şahit olunan Yahudi tecrübesinden dersler çıkarılmalıdır. Bunun yanı sıra İslam düşmanlığının küresel boyutu da dikkate alınmalı. Zira dünyanın farklı coğrafyalarındaki İslam düşmanlığının tezahürleri, araçları ve söylemlerinin birbirine çok benzediği görülüyor.

İslamofobi sınırlı radikal grupların marjinal söylemleri veya terör eylemlerinden ibaret olmayıp, Avrupa meclislerine taşınmaya başlanmış durumda. Pek çok Avrupa ülkesinde Müslümanları ötekileştiren ve yaşam pratiklerini sınırlayan yasalar çıkarılmaya başlandı.

Bu yönüyle “İslam’ın uluslaştırılması” siyaseti “Avrupa İslamı”, “Alman İslamı”, “Fransız İslamı” gibi projeler üzerinden yürütülüyor. İslam düşmanlığının araçlarından biri de bu siyasi ve toplumsal mühendislik denemeleridir. Müslümanların kamusal görüntülerini hedef alan bu “deneyler” belli bir toplumsal grubu; özgür ve bir özne olarak bizzat Müslümanların varlıklarını hedef alıyor.

Burada Müslümanlar üzerinden devlet-sivil ilişkileri, uluslaşma ve bu dönüşüm süreçlerine kimlerin dahil edileceği veya edilmeyeceği yeniden tanımlanmakta. İslamofobi teorisyenlerinden Salman Seyyid’in de dikkat çektiği gibi İslam düşmanı siyasi söylem ve kısıtlamalar sadece Müslümanları ilgilendirmiyor, devlet-vatandaş ilişkisinde devlet lehine yeni bir “format” da getiriyor.

Anayasal hakların Müslümanlar özelinde yönetmelikler eliyle daraltılması sadece Müslümanların değil, tüm vatandaşların ve sivil unsurların aleyhine işleyen bir süreç olarak okunmalı.

Ne yapmalı?

İslamofobi ile mücadelede ilk adım neyle karşı karşıya olduğumuzun iyi anlaşılması olmalı. İslam düşmanlığının Müslümanların dini inançlarından çok, onlar hakkında oluşturulan Müslümanlık imajlarıyla ilgisi var. Nitekim Müslümanları hedef alan İslamofobik terör saldırıları bu algı ve imajlarla hareket etmekte; gerçekte dini olarak Müslümanların neye inandıklarıyla ilgilenmemektedir. Burada mesele esasen İslam’ın veya Müslümanların ne olduğundan çok, nasıl algılandıkları ve yansıtıldıklarıyla ilgili. Tam da bu nedenle Müslümanların kendilerini suçlayarak kendilerini açıklama ve savunma çabaları veya İslam’ı anlatma gayretlerinin bu bağlamda bir karşılığı bulunmuyor. Müslümanlar, sürekli tepkiye zorlanan bir nesneden kendi hikâyelerini kendi kavram ve araçlarıyla hikâye eden bir özneye dönüşmeliler.

Ortada algı düzeyinde üretilen bir “Müslüman sorunu” olduğuna göre, bununla mücadelenin de yine algı düzeyinde yönetilmesi gerekiyor. Bunun için kavram ve söylem üretme, karşı hikâye ve algı oluşturma ve bunları özellikle Batı bağlamında insan hakları veya devlet-sivil ilişkisi ile çerçevelemek gerekiyor. Avrupa medya-siyaset ve entelektüel elitlerinin Müslümanlara dair her meseleyi İslam’a fatura etme gayretlerinin aksine mesele teolojik zeminden sosyolojik, ekonomik ve politik zemine çekilerek bu türden analizlerle çerçevelenmeli.

Bu noktada İslamofobi ile mücadele, bilhassa Avrupa’da ırkçılık karşıtı cepheyi de içine alacak şekilde yürütülmeli. İslam düşmanı eylem ve söylemelere girişenlerin Avrupa’da herkesin kaçındığı “marka bir suç” olan ırkçılık suçlamasıyla karşılaşacakları bir atmosfer oluşturulmalı. İslamofobi’nin Avrupa bağlamında “kültürel ırkçılık” veya “Müslüman karşıtı ırkçılık” olarak çerçevelenmesi doğru bir stratejidir. Nitekim Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı İzleme Merkezi (EUMC) tarafından 2015’te yayımlanan İslamofobi Raporu’nda ise İslamofobi “Müslüman karşıtı ırkçılık” olarak tanımlanmıştır.

Bu İslam düşmanı terör saldırılarını ve siyasi-medyatik söylemleri kayda geçirme, ifşa, hesap sorma ve karşı hikâye (narrative)/ söylem oluşturma şeklinde tedrici olarak yürütülebilir. İslam düşmanı algıyı boşa çıkaracak karşı hikâyeler hem toplum vicdanına hitap etmeli hem de kendi kavramlarımızla hikâye edilmeli. Bu “karşı hikâyenin” bir tepki-reaksiyon olmaması ve “tanımlama üstünlüğünün” ele alınarak kendine güvenli bir biçimde üretilmesi önemli.

“Adalet” kavramı İslam düşmanlığıyla mücadelede sağlam ve ortak bir zemin sunacaktır. Müslümanların yaşadıklarını anlatmaya başlamaları ama bunu hak dilenen bir mağdur gibi değil, hiçbir vicdanın yadsımayacağı bir biçimde haklı ve asil bir çığlığa dönüştürmeleri gerekiyor.