Röportaj Kaynak: Deniz BAŞARAN 24.05.2024 13:25

"Ben hikayeyi arıyorum"

Mahir Ünal Eriş: Ben hep hikayeyle düşünürüm, hikayeyle hatırlarım, hikayeyle anlatırım. Yalnızca yazdıklarım bağlamında söylemiyorum bunu, gündelik hayatın içinde de böyledir.

Issız bir öğle sonrası.

Yaz sıcağı sineklerle birlikte 'Ezgi Kafe'nin önündeki yokuş yolu ısıtırken, Sefer amca gazete okuyor, öğrenciler ise satranç turnuvası için bir masada toplanmışlar, iki kişi oynarken diğerleri izliyor.

Kapıya telaşlı koşarak gelen kumral düz saçlı bir oğlan çocuğu, Erkan'ı soruyor, ben de; “Yok, çıktı demin” diyorum. Kaygılı bir yüzle kısa bir süre bakınıp dönüp, koşarak uzaklaşıyor. Her adımda savrulan bez çantası, arkasına vura vura gidiyor. Mahir Ünsal Eriş benim için Ezgi'nin kapısında o kaygılı oğlan çocuğudur. O günler geçti. Edirne'de Ezgi Kafe'de biz de kalmadık. Mahir Ünsal Eriş ünlü bir yazar, başarılı bir çevirmen, ama hepsinden önemlisi Ethem'in babası oldu. Londra'da yaşadığına bakmayın söyleşi panel imza günlerinde hemencecik Türkiye'ye geliveren. Seven, okuyan takip eden gençler kadar yaş skalası yüksek edebiyatseverler de var.

Ben de biraz merakımızı gıdıklayan soruların yanıtlarını aradım.

İlk kitap 'Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde''. Sonra ''Olduğu Kadar Güzeldik'', ve ardı sıra ''Dünya Bu Kadar'', ''Öbürküler'', ''Benim Adım Feridun'', ''Kara Yarısı'', ''Sarıyaz'', ''Diğerleri'', ''Gaip'', ''Acaip''.

Durmadan üretmişsin. Yazarlar çoğunlukla ''İlk kitabın tadı başkaydı, kıymetlim'' diyorlar.

Sen en çok hangi kitabını sevdin?

 

Ben hep son kitabımı en çok seviyorum. Ama o da yenisinin fikri aklıma düşene kadar sürüyor genelde. Bunu anlatmak biraz güç ama aslında yazılıp bitirilmiş her kitabın kaçırılmış bir fırsat olduğunu anlıyorum geçen bunca yıldan sonra. Her kitabıma dönüp bu fikir aklıma şimdi gelmiş olsaydı bambaşka bir şey yazardım, diyorum. Keşke o zaman yazmasaydım, keşke öyle yazmasaydım, gibi bir sürü şey geçiyor aklımdan. Tabii, hiçbir zaman yazdığınız şey mükemmelen hayal ettiğiniz şey olmuyor tam olarak. Muhtemelen bütün yazarlar için benzer bir durum vardır. Zihindeki hayali çok daha derin ama yazıya geçince değişemez, değiştirilemez, icabı halinde daha da derinleştirilemez oluyor. Okurun eline geçmiş oluyor çünkü. Bu anlamda insanın kendi kitaplarıyla mutlak bir barışıklık içinde olması zor bence.

 

Genç yazarlardan özellikle Nermin Yıldırım ile çok benzetiyorum kalemini. O biraz daha esprili yazarken sen daha detay ve hüzünlü yazıyorsun sanki. Bir yazar olarak sen genç yazarları takip ediyor musun? Tarzımız kokumuz dokumuz aynı dediklerin var mı?

 

Var diyemem. Ya da en azından şu kişilerdir diyemem ama hepimiz aynı dönemin dolaşımda olan dilini kullanarak yazıyoruz, elbet bir evreni paylaşıyoruz, bu türden doku ya da koku benzerlikleri çok anlaşılır. Genç yazarları ve şairleri gücüm yettiğince takip etmeye çalışıyorum. Burada genç derken kendimden genç olanları kastediyorum tabii ki. Yoksa benimle yaşıt hatta benden yaşça büyük olduğu halde benden daha genç olan bir sürü yazar var, onların zaten sadık okuruyum.

 

Bunca hikâye konusu matematiksel bir çalışma sonucu mu? Yoksa aklına eseni mi yazıyorsun?

İnan hiç bilmiyorum. Yani işin matematiği, hendesesi, plan ve programı benim aklımın ereceği bir şey değil. Üstelik beceremeyeceğim için kesinlikle içime sinmeyen şeyler çıkarırdım ortaya, eminim. Ben hikâyeyi arıyorum ya da kimi zaman o gelip beni buluyor. Hikâyeyi bulduğum zaman da o kendini anlattırmanın yolunu bir şekilde gösteriyor bana.

Yazarken kurgunu nasıl betimlersin? Yani önce konu sonra detay mı? Önce hikâye sonra detay ve değişiklikler mi? Nasıl?

 

Zannederim benim için hikaye her zaman en önde gelir. Ben hep hikayeyle düşünürüm, hikayeyle hatırlarım, hikayeyle anlatırım. Yalnızca yazdıklarım bağlamında söylemiyorum bunu, gündelik hayatın içinde de böyledir. Hikayeciyimdir kendimi bildim bileli, ta çocukluktan. Hikaye içime sinmişse, zihnimin perdesine yansıyan hali berraklaşmışsa gerisi kendiliğinden çorap söküğü gibi gelir. Dilini, atmosferini, kurgusunu, karakterlerini hep kendi kendine örgütler, beni yazmaya memur eder.

 

Ben artık yazarım duygusuna kapıldığın yılı anımsıyor musun?

 

Hala kapıldım diyemem.

 

Öykü ya da romanlarında en çok kullandığın sözcük nedir? Sevdiğimiz yazarların kitaplarına rastladığımızda hemen tanırız dilini sözcüklerini. Sen kendi kitaplarına bir okur olarak rastlasaydın, nasıl tanırdın Mahir Ünsal Eriş kitaplarını?

 

Buna cevap vermem öyle güç ki. Çünkü benim şöyle bir problemim var. Yazdığım metinleri, kitap olsun, dergi yazısı olsun, bir daha dönüp okuyamıyorum ben. Teypten kendi sesini dinlemenin, ergenlikte tuttuğun günlüğü bulup okumanın verdiği o tuhaf rahatsızlık hissini duyuyorum denediğimde. O yüzden bitirip yayıncının ve okuyucunun eline teslim ettim mi bir daha dönüp de kapağını açmam yazdıklarımın. Hal böyleyken de hangi kelimelere kendimce iltimas yapıyorum, hangi sözcüklere yazarken elim daha çok gidiveriyor, bunu tespit etmem oldukça güç. Ama insanın lügati sınırlıdır, elbet vardır benim de böyle kelimelerim.

 

Son sorum biraz hayran okurlarının merakını gidermeye yönelik olsun.

Sana bazı kelimeler versem karşılarına çağrışım olarak ne söylersin?

Sözcük: Diller arasındaki yolculuklarını düşündüğümde çok mucizevi geliyor bana sözcükler. Ama başlı başına da çok etkilidir, takdir edersin ki. İnsanı ipe de götürür ipten de alır. Bir de, işin hiç buralara varacağını tahmin etmezdim ama resmen ekmek teknem oldular, o da ayrı.

Düş: Ben çok düş görürüm. Ama aşırı sıkıcı ve renksiz biri olduğum için bunaltıcı derecede gerçekçi, gündelik hayat sağlaması yapan, kimsenin uçmadığı, renkli ırmakların akmadığı, ışıltılı güzelliklerin karşıma çıkmadığı dümdüz rüyalardır çoğu. Ama düş kurmak işinde düş görmek işinden daha mahirimdir.

An itibariyle okuduğum: Tam şu anda Kaygusuz Abdal Divanı okuyorum.

Etkilendiğim yazar: Okuyup da iyi ya da kötü etkilenmediğim tek bir yazar, tek bir metin yoktur sanırım. İlaç prospektüslerinden, kullanma kılavuzlarından bile etkilenecek bir şey bulurum.

Yaşamak: Ne zaman patlayacağını bilmediğimiz bir bombanın üzerinde oturmak ve bunu hep unutabilmektir bana kalırsa.

Müzik: Geçenlerde podcast programımızda konuştuk bunu. Birbirimize dünyadan tüm sanat dalları silinecek ama yalnızca bir tanesi kalacak olsa hangisini seçersin diye sorduk birbirimize. Anlaşmış gibi “müzik” dedik. Müziğe onu profesyonel anlamda icra edecek kadar yeteneğim olmasını çok isterdim. Ama ilahi kudret bu yetenekleri kardeşime bol bol koyarken benden esirgemiş, maalesef.

Radyo: Radyoculuk benim hayatımdaki ilk mesleğimdir denebilir. Gerçi para alıyor muyduk, hatırlamıyorum şimdi, ama ilk üniversitemin ilk yıllarında bir radyoda çalışmıştım. Oradan tanıdığım ve hala canım gibi sevdiğim dostlarım var. Biri sensin, biri Beyti Engin’dir, biri de Cem Adrian.

Edirne: Maalesef hafızam çok kötü benim. Yirmi dokuz yaşında geçirdiğim bir nörolojik rahatsızlık sonunda bu işlerdeki kabiliyetimi epey kaybettim diyebilirim. Ama bazen öyle şeyler hatırlıyorum ki kendimi de etrafımdakileri de şaşırtıyorum. Edirne’yle ilgili çok az hatıra var zihnimde. Ama Ayşekadın’da, Yancıkçı Şahin Mahallesi’ndeki Eko-Hiko-Deno evini çok iyi hatırlıyorum. Hayatımın en çok şey öğrendiğim dönemiydi sanırım. Büyük çoğunluğunu da Erkan Beyaz’a borçluyum.