Türkiye - Gündem 18.01.2021 08:10 Güncelleme: 18.01.2021 08:19

Azgın milliyetçilik: 21'inci yüzyılın ilk çeyreğinde Dünya ve Türkiye'deki gelişmeler üzerine

Nasıl ki 19'uncu yüzyıl "feodal" insanı öğütmüş ise, bugünlerde ilk çeyreğini geride bıraktığımız 21'inci yüzyıl da "modern" insanı öğütüyor.
Azgın milliyetçilik: 21'inci yüzyılın ilk çeyreğinde Dünya ve Türkiye'deki gelişmeler üzerine

Yıldırım Tuğrul TÜRKEŞ

Tarihe baktığımızda her yüzyılın başında insanlık köklü değişikliklere maruz kalmıştır.

Nasıl ki 19’uncu yüzyıl “feodal” insanı öğütmüş ise, bugünlerde ilk çeyreğini geride bıraktığımız 21’inci yüzyıl da “modern” insanı öğütüyor.

Geçtiğimiz yüzyılın son dönemleri insanlığa bambaşka ufuklar açmıştı, bugün de aynı işlevi internet devrimleri görüyor. Her yüzyılın başında yenilenen zamanın ruhu bugün yine yeniden yenileniyor.

İnsanlığın en kadim ve buna karşı en eskimez hareketi sayılabilecek milliyetçilik, bilinç anlamında en siyasallaşmış seviyelere sanayi devrimleriyle birlikte ulaşmıştı.

Bilimin, teknolojinin ve bilginin ışığında milliyetçilik, 19’uncu yüzyıl toplumlarında tecrübe edilen birçok çıkmazın aşılmasında ve sorunun çözülmesinde, velhasıl tarihin ilerlemesinde sayısız katkı sunmuştur.

Sanayileşen toplumların en belirgin özelliklerinden addedilebilecek yoğun sınıf çatışmalarının zuhur ettiği dönemde tez ile antitez arasında bir sentez çıkarabilmiştir milliyetçilik

Oysa 20’nci yüzyılın başında Rusya’da yaşanan “Black Hundreds” (Kara Yüzler) hareketi gibi (1906-1907) sert ksenofobik hareketler de asrın başına damgasını vurmuştur.

Birinci Dünya Savaşı’nın travması ve bu travmanın doğurduğu sakat (sözde) “barış” antlaşmaları ise milliyetçiliğin içinden hem en iyisini hem de en kötüsünün çıkmasına vesile olmuştur.

Edebiyat ve sanat dallarında da hem dünya milliyetçiliklerinde hem de Türk milliyetçiliğinde avangart milliyetçi şahsiyetler “yarının uluslar ve milletler dünyasını” kurmak için ellerini taşın altına koymaktan çekinmemişler ve “Tarihin Davetine” icabet etmişlerdir.

Milliyetçiliğin bütün olumsuzluklara, hücumlara, işgallere ve zorbalıklara karşı cansiperâne bir mücadele aracı olabileceğini ispat eden en büyük olay Türkiye’mizin Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının öncülüğünde başlattığı Kurtuluş Savaşı‘dır.

Türk milliyetçiliğinin hem düşünce hem de eylemde şahikasını temsil eden Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in ilânı hadiseleri milliyetçiliğin “en iyisinin” ne olabileceğinin ve ne olduğunun da en bariz izdüşümüdür.

Öte yandan bir de milliyetçiliğin içindeki “en kötüyü” cilâlayanlar olmuştur. Bunlar da 1930’lu yılların sonlarından itibaren Avrupa’da diğer bütün milliyetçilikleri yutan Hitlerciliğin çıkışıyla tespit edilebilir.

Hal böyle olunca, 20’nci yüzyılın ikinci yarısı çoğunlukla dünyada milliyetçiliğin büsbütün kötülendiği, şeytanlaştırıldığı ve tek bir kümede değerlendirildiği bir zaman dilimiydi. İçindeki iyinin kötüyle, kötünün de iyiyle eşitlenmeye çalışıldığı bir atmosfer hâkim kılındı.

Türk milliyetçiliği; kendisini ötekine göre tarif etmeyen ve tamamıyla kendi insanının iyiliği ve refahı ve ortak geleceği üzerine oluşturulmuş bir düşünce sistemidir.

Türk milliyetçiliği için bir düşmana ihtiyaç yoktur çünkü Türk milliyetçiliği ırk temelli değildir.

Profesör Ahmet Bican Ercilasun bir makalesinde;

“İstiklal Marşı’nda ve cumhuriyetin ilk yıllarında ırk, daha çok “soy’ anlamında kullanılmıştır; Türk ırkı sözleriyle ‘Türk soyu, Türk milleti’ kastedilmiştir.

Millet kavramı ise “soy’ ile ilgili olmakla birlikte soydan farklı bir kavramdır. Milletin çeşitli tarifleri arasında bence en kapsayıcı olanı ortak mensubiyet şuuruna bağlı olan tariftir.

Aynı milletten insanlar arasında soy, dil, tarih, vatan, kültür, din vb. ortaklıklar olabilir. Önemli olan insandaki mensubiyet şuurudur.

“Türk birliği’ demek olan Turan ise ırk ve ırkçılıktan tamamen farklı bir kavramdır. Turancılık, kendilerini Türk kabul edenlerin birlik olmasını istemektir.

Ortak özellikler taşıyan insanlarda ‘mensubiyet şuuru’ oluşturmaya çalışmak da elbette Turancılık ülküsüne dâhildir. Mensubiyet şuuru uyandırmak ve ortak şuur taşıyanlar arasında da birlik kurmak.

Bunun ne Hitler ırkçılığı ile ilgisi vardır ne de ABD’deki ırk ayrımcılığıyla. Türklük bilinci oluşturmak ve Türklerin birlikte hareket etmesini sağlamak istiyoruz. Bunun nesi kötü, neresi eski? Neresi güncel değil?” demektedir.

Merhum Türkeş; Milliyetçi Hareket Partisi’nden (MHP) yeni İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına aday olmuş olan merhum Ahmet Vefik ALP’e (1994) milliyetçiliği “Milliyetçilik kendi milletini sevmektir. Onların iyiliğini ve refahını gözetmektir. Onların iyi bir geleceğe sahip olmasını temin için gayret göstermektir.” şeklinde anlatmıştı.

Yeni başlayanlar için sade ve güzel bir tarif olduğunu düşünüyorum.

21’inci yüzyılı idrak ettiğimiz bu dönemde dünyada ve ülkemizde yaşananlara baktığımızda ise geçmişteki bu hatıralar ve tarih ister istemez insanı düşündürüyor.

Yerleşen savaş-göç sarmalının “küçükleşen ve köyleşen” dünya düzenine karşı başkaldıranların itirazlarıyla bütünleşmesi durumu milliyetçiliği dünya tarihinin baş sahnesine bütün gücüyle yeniden çıkarmış oldu.

Son olarak küresel planda idrak edilen Covid-19 pandemisi de ortaya koymuştur ki, her ne kadar mevcut koşullarda dünya gerçekten de bir “köyü” andırsa da milletler kriz anlarında yine evvelâ kendi milletlerine dönüyorlar ve milletleriyle baş başa kalıyorlar.

Birbirinin sıhhî malzemelerine el koyan devletlerden tutun sınırların kapatılmasına, piyasanın “görünmez” denilen elinin avucunu açarak sosyal devletlerden yani aslında ayakta kalmakla mükellef ulus-devletlerden yardım dilenmesine değin her gösterge bu minvaldeki hakikati perçinlemiştir.

Dolayısıyla son zamanlarda sıkça duyduğumuz “milliyetçilik yükseliyor” yorumları bu anlamda doğrudur, isabetlidir.

Ancak bugün “hangi milliyetçilik?” sorusunu tekrardan sormak mecburiyetinde olduğumuz bir dönemden geçiyoruz.

Milliyetçiliğin iyisinin iyisiyle mi yoksa kötüsünün kötüsüyle mi karşılaşacağımızın hiçbir garantisi bulunmuyor. Vaziyet buyken, Türk milliyetçilerinin de kendi entelektüel hazırlıklarını yapmaları, geçmişte olduğu gibi “tarihi gerileticilerden” değil, “tarihi ilerleticilerden” olmanın kavgasını vermeye yönelik bir anlayışla kuşanmaları elzemdir.

Bugün Batı dünyasında ırkçılığın, kültürel üstünlükçülüğün ve düşmanlığın kışkırttığı milliyetçilik soslu arsız popülizmin yalnızca Batı’ya değil, bütün dünyaya ağır bedeller ödetme riski hâsıldır.

Örnek olarak ABD’de geçtiğimiz günlerde yaşananları ve Avrupa’da günden güne artan yabancı düşmanlığı ile “kendinden olmayan” dinlere yönelik düşmanlığı verebiliriz (bunları kasten onların kullandığı ve entelektüel derinliği varmış gibi olan, bilinen tabirleriyle yazmıyorum. Çünkü o sözcükler yaşananları tam yansıtmıyor. “İslâm korkusu” diye bir şey yok düpedüz “İslâm düşmanlığı” var!).

Etnik yahut kültürel bir “anti” tasavvur üzerinden kurgulanan hiçbir milliyetçiliğin varacağı nokta müspet olmaz, olamaz. Etnik köken-din-mezhep üçlüsü üzerinden bir “karşıtlık” zemininde yükselmek isteyen milliyetçilikler hüsrana uğramaya ve dahi hızlıca yere çakılmaya mahkûmdur. Tarih de akıl da sağduyu da böyle diyor.

Bu istikamette kısır popülizme, pratikte hiçbir karşılık üretemeyen kaba sloganlara ve salt hamasetten beslenmeye muhtaç bir milliyetçilik şablonunun dünya genelinde alan kazandığı aşikârdır.

Maalesef ki Türkiye’de de bu tip hamaset eksenli bir milliyetçiliğin – ki ben buna “azgın milliyetçilik” demeyi uygun görüyorum – sosyolojik tabanda kök salmaya yakın olabileceği tehlikesini görüyorum.

İçi tamamıyla boş, programsız ve dolayısıyla da “Tarihin Davetine” icabet edebilecek olgunluktan çok uzak bu formatın çağa yön vermek şöyle dursun çağı yakalaması bile mümkün değildir.

Başlangıçta da değindiğim üzere çağdaş anlamda siyasallaşmış milliyetçilik, sanayi devrimlerinin içine doğup onları geliştirebilmiştir. Şimdi milliyetçiliği internet devrimlerinin rüzgârlarıyla yeni bir bilinçlenme evresi bekliyor.

Şüphesiz burada da – tıpkı geçmişte tezahür ettiği gibi – kötücül etkileri olan sürümler de olacaktır ve vardır. Ancak maharet – en azından Türkiye özelinde – Türk milliyetçiliğinin kurucu ruhuna bağlı kalmak suretiyle onun müspet etkilerini günümüze taşımaktır.

Covid-19 salgını belki 10 yıla yayılacak bir değişimi, bir devrimi kısa bir süre zarfinda kompakt ve hızlandırılmış bir şekilde önümüze koydu.

Nasıl ki 19’uncu yüzyılda sanayi devrimleri toplumların çalışma organizasyonlarını, alışkanlıklarını ve düşünce tarzlarını tepetaklak ettiyse, 21’inci yüzyıl da aynı şekilde hepsini değiştirecektir ve değiştirmektedir.

Dolayısıyla milliyetçilik, bilhassa da Türk milliyetçiliği, devrimlerin içinden süzülüp biçimlenecek yeni koşullardan mülhem meydana gelebilecek bilimsel, teknolojik, sosyo-ekonomik ve kültürel sorunlar çözülüp genel ilerlemenin hizmetine nasıl verilir bunun üzerinden düşünmeli ve davranmalıdır.

Ulus-devletlerin hâlâ canlı bir tarihsel kategori olduğu son salgınla birlikte mühürlenmiştir. Bu anlamda her milletin, kendi başına ürettiği bilim kadar, ürettiği teknoloji kadar, ürettiği sebze-meyve kadar, ürettiği egemenlik kadar özgür olabileceği anlaşıldı.

Söz konusu başlıklarda duraksamak ve planlama yapmak yerine, Türkiye’de Kürtler üzerinden ayrımcılık güden, Alevîler üzerinden mezhepçilik örgütleyen, Hristiyanlar ve diğer azınlıklar üzerinden dışlayıcılık geliştiren ve/veya Avrupa’daki popülist üstüncülüğün farklı bir varyantı üzerinden hesaplar yapan bir milliyetçilik, Türk milliyetçiliği olamaz. Olsa olsa, “azgın milliyetçilik” olur.

Toplum tabanında bu yönde birtakım düşünce kusurlarının, kimi reflekslerin olması, azgın milliyetçiliğe karşı yeni bir metot ve ıslah ihtiyacını ortaya çıkarmıştır.

19 ve 20’nci yüzyıllarda Türk milliyetçiliğini “Türk milliyetçiliği” yapanların arasında Kürtlerin, Arnavutların vb. farklı etnik köklerden insanlar olageldiği unutulmamalıdır. Yine inançlı-inançsız, Sünnî-Alevi (veya Caferi) ve hatta bazı Hristiyan ve Musevîlerin de Türk milliyetçiliğinin fikrî omurgasının oluşumunda izi, emeği ve alın teri vardır.

Azgın milliyetçilik bilime aykırıdır. Teknolojik dönüşümü kötüye kullanır. Her şeyin ötesinde bilginin, bilgi birikimin karşısında ve muhalifidir. Azgın milliyetçiliğin mahir olduğu tek şey şiddetli yıkımdır. Oysa Türk milliyetçiliği; “yapmak” üzerinedir; “inşa etmek”, “kurmak” ve “çözmek”tir. Yarını düşünmek ve onu hedeflemektir.

Dünya, Batı’sı ve Doğu’suyla yeniden uçurumların kenarında duruyor. Devrimleri kaldırabilecek olanlar var, kaldıramayacak olanlar var. Devrimleri hayra kullanacaklar var, şerre kullanacaklar var.

Türk milliyetçiliğine ve milliyetçilere düşen görev, tıpkı geçtiğimiz yüzyılın bu dönemlerindeki gibi, kendi özgün modelimizi örmek ve tarihin çarklarını geleceğe doğru döndürenlerden olmaktır.

21’inci yüzyıl “distopyan” olarak tanımlanıyor. 20’nci yüzyılda ideolojiler ve ütopyalar vardı. Bu yeni dönemde acımasızlık, azgınlık ve vahşilik ise “bireyselcilikten” kaynaklanıyor.

“Siber Punk” akımı sinema, bilgisayar oyunları ve çizgi filmlerle yeni nesilleri şekillendiriyor. Ve bu akımda “Robin Hood” vb. örnek-iyi kahramanlar yok. Birbirine şiddet uygulayan ve şahsî çıkarını önceleyen tipler mevcut.

Bizim; milliyetçi-muhafazakar insanlar olarak, Türk milliyetçileri olarak dünyanın karşı karşıya olduğu bu çılgınlıktan ve kötü gidişattan insanlarımızı, milletimizi hatta imkân olsa bütün insanlığı korumamız/kurtarmamız gerekiyor.

Bu nedenle açıkça ifade ediyorum ki; ben filizlenen bu azgın milliyetçiliğe karşıyım.

Gerçek milliyetçiler olarak biliyoruz ki, azgın milliyetçiliğin gücü blöften ibarettir. Sözleri ve hareketleri palavradır.

Azgın milliyetçiliğin hiçbir fikrî derinliği bulunmaz. Yarının Türkiye’siyle ilgili hiçbir fikri yoktur. Sözü de hareketi de salt kaba kuvvettir. Bu nedenle de milleti temsil edemez.

21’inci yüzyılın ilk çeyreğini idrak ettiğimiz bu dönemde çağın değiştiğinin de idrakiyle dünün dogma ve kötü örnekleriyle insanımıza iyi bir gelecek temin edemeyiz.

Bizler, milliyetçi ve muhafazakar insanlar olarak, hedefimizin “isyan vadisine” sevk edilmiş bütün kesimleri anlamak ve kucaklamak ve de kazanmak olduğunu kavramalıyız.

Bu yepyeni çağda kendi sadeliğimizi ve tarihten gelen özelliklerimizi muhafaza etmeliyiz.

Batı’dan ve hatta dünyanın hiçbir yerinden doğan kötü uygulamaları “çağdaş” aldatmacasıyla sahiplenmemeliyiz.

Hedefimiz ve öncelikli görevimiz, yarının dünyasında çağın gereklerini içselleştirerek Büyük ve Güçlü Türkiye’yi ihya etmeye çalışmaya devam etmektir.

Hülasası, Türk milliyetçiliğinin büyük düşünürü Ziya Gökalp’in dediği gibi:

“Hilâl Haç’a yenilmesin; Amin! Türklük bitti denilmesin; Amin!”