Evet 'görmek lazım' zira görmeden anlamaz ve hatırlamaz insan, ne geçmişte kaçırıp sonradan hayıflandıklarını ne de burnunun dibindeki sonsuz huzur kapılarını…
Bugün her şeyi bir kenara bırakıp “görmek lazım” diyorum…
Çiçeği, böceği, bazen deli bazen şefkatle yağan yağmuru, dünyaya can katan güneşi, açlığı, tokluğu, emeği, vefayı, tebessüm kılıfına gizlenen hançerleri, sevmeyi, sevilmeyi ve hepsinden önemlisi “Mezopotamya Kokulu” kocaman-cesur-coşkulu yürekleri…
Evet ‘görmek lazım’ zira görmeden anlamaz ve hatırlamaz insan, ne geçmişte kaçırıp sonradan hayıflandıklarını ne de burnunun dibindeki sonsuz huzur kapılarını…
Ve ‘görmeyen insan’ adını kırk yıl düşünse koyamaz; yüreğindeki dinmek bilmeyen fırtınaların, kelimelere bir türlü dökemediği anlamsız hüzünlerinin, yüzünde derin çizgiler yaratmayan eksik etek tebessümlerinin, gözlerinde belirmeyen ‘sen kokulu’ kayboluşların neden onu terk etmediğini…
Evet hep bir şey eksiktir ya da yoktur hayatında ama bu ‘arayışın’ adını koyamaz giderek mutsuzlaşan insan… Sonra mı? Sonrası gece gündüz deliler gibi bir o yana bir bu yana koşturan ‘insan güruhlarıyla’ dolu mekanlar, sokaklar, caddeler, otobüsler, metrolar…
Herkes koşuyor, çalışıyor, yoruluyor, kazanıyor, kaybediyor, harcıyor, harcanıyor fakat artık hiçbir şeyin ne hazzı var ne de acısı… Mutlulukları kadar acılarını da hissedebiliyor ve yaşayabiliyorsa insan ‘henüz ölmemiş’ demektir…
Farkında mısınız, insanlık hazlarına ve acılarına yabancılaştı… Herkes kör bir kuyuda mutsuzluğun en dibini yaşıyor… Hiçbir şey haz vermiyor kimselere… Çevrenize şöyle bir bakarsanız zengin fakir demeden çoğunluğun gözündeki nurun söndüğünü ve duygu yoksunluğunun yarattığı mutsuzlukları net bir şekilde görebilirsiniz… Zengin de mutsuz fakir de çünkü haz almayı ve acısını sahiplenip yaşamayı unuttu insanlık…
Bir bakışın, dokunuşun, tebessümün, sohbetin hazzını unutan insanlık, adını koyamadığı yalnızlığını örtebilmek için kuru yaprak misali elden ele savrulmaya başladı… Ne mutlu oldu ne de mutlu etti… Çünkü ruhunu ve gönül gözünü bedenden alırsan geriye ‘çürümüş ve kokuşmuş’ bir beden kalır…
Hazlarıyla birlikte acı çekmeyi de unutan insanlık, ruhunun pasıyla dokunduğunu da karartmaktan ve yok etmekten bir an olsun geri durmadı… Çünkü acı çekmeyenden acıya dair empati kurması beklenemezdi…
Evet ‘hakkıyla yaşanacak’ hazlarına ve acılarına sırtını dönüp görmezden geldiğinden bu yana mutlu değil artık insanlık… Bu mutsuzluğunu da deli gibi koşturarak, çalışarak, daha daha fazla kazanmak isteyerek, dijital ortamlarda kontrolsüzce vakit öldürerek doldurmaya çalışıyor…
Sokaklar, mekanlar, kafeler, alışveriş merkezleri neden bu kadar dolu sizce? Neden herkes kendini sokaklara, mekanlara ve kalabalıklara atmaya çalışıyor? Çünkü bilinçaltına yerleşen ‘yalnızlık-mutsuzluk-tatminsizlik-arayış’ ruh hali istemsizce kalabalıklara karışmayı dayatıyor zihne… ‘Kalabalığa karış ve mutsuzluğunu-yalnızlığını kamufle et’ diyen beynin kurbanlarını görmek isterseniz kafe ve restoranlarda oturan ve birbiriyle tek cümle sohbet etmeden gözünü telefondan ayırmayan bedenlere bakın…
Oysa ki ‘görmeyi ve gördüğünün değerini bilen ruh’ kalabalıklara ihtiyaç duymadan huzurunu balkonda içilen bir kahveye yüklemeyi bilendir… Gösterişli mekanlara, görgüsüz abartılı hayatlara, destursuz yansımalara köle misali ruhunu teslim etmez, görmeyi ve hissetmeyi bilenler…
Velhasılı kelam son nefese kadar ‘görmek lazım’ diyor ve son söz olarak vakti zamanında bu ruh-tan sızan dizeleri paylaşmak istiyorum:
Bakışlarında Beni Dinlendiren Bir Tılsım Var Ey Can...
Kıyısındaymışım Gibi En Sakin, En Mis Kokulu, En Derin Denizlerin...
En Uçsuz Bucaksız Ovaların, Kekik Kokulu Dağların, Adını Haykıracağım Zirvelerin...
En Cennete Yakın En İçten Duaların...
Ve Kıyısındayım Şimdi; Yüzüme, Ruhuma, Yüreğime, Avuç İçlerime Dokunan En Can Kokulu Rüzgarların...