Gençlerimizin tasavvufa ilgi göstermesi lazım. Önce tanışması da bir başlangıçtır. Çünkü tasavvuf herkesi ve her şeyi sevmeyi öğreten, İslam'ın hakîkatini ve güler yüzünü gösteren bir yaşam biçimidir.
Öncelikle tasavvufu bilmek; ikincisi, yaşayanla berâber yaşamak ve onun vâsıtasıyla söylediklerini giyinmek lâzım. Tasavvuf, hakîkaten evrensel bir lisandır, çünkü yaratılmış her şeye hürmet etmeyi öğretir; hayvandan bitkiye, insandan kâmil insana, suçluya bile, hürmet etmeyi öğretir, her şeyin lâzım olduğunu gösterir. Aynı zamanda insana öyle bir aksiyon sağlar ki, yanlışla mücâdele zevkini verir ama yanlışın ‘yanlış’ olduğunu düşünmeden, sâdece dünyâya zarar veriyor diye ona düşman olmadan mücâdele etmeyi öğretir. O zaman da bu mücâdele, bu cihat başarılı olur.
Gençlerin mutlaka bir öğretmene, mürşide, irşad edene ihtiyacı vardır. Bu öğretmen ona yoldur, Tarîkat da ‘yol’ demektir zâten. Ama gerçek bir hoca lâzım, yâni bu Peygamber ahlâkını yaşayan-yaşatan, kendine dâvet etmeyen ve sadece Allah’a götüren ve ‘Uy, senden ücret istemeyene’ ayetine uyan, yâni öğrencisinden bir beklentisi de olmayan olacak… Böyle bir şey de beklemeyen, sâdece eğitimini veren ve adam edenin Allah olduğunu idrak eden bir öğretmene gitmek lâzım. El, ayak öptüren değil, Allah’a ibâdet etmeyi, gerçek ibadeti, kulluğu öğreten bir öğretmene götürmek lâzım, çünkü Allah böyle bir sebep yaratmış.
Ken’an er-Rifâî Hazretleri çok güzel anlatıyorlar: “Şimdi susuz kaldığın zaman, suyu özlersin ve su senin susuzluğunu giderir. Isınmak için ateşi özlersin, ateş senin üşümeni giderir. İşte Allah, bunlara ihtiyâcı olmadan, bunları sebep olarak yaratmıştır” Meselâ eğer şeker hastasıysan, o su seni doyurmaz… değil mi? İbrahim’i ateş yakmaz. Ama demek ki bu, Allah’ın emriyle bunlar vazîfelerini yapıyorlar. Azrâil’e ihtiyâcı mı var ki Allah’ın, ‘Kûn’ deyip yarattığı insanı geriye döndürüp kendine çeksin. Demek ki Allah bâzı vesîleler yaratmıştır; bu ‘su’ gibi, ‘ateş’ gibi vesîleler mürşidi temsil ederler. Mürşit kendi başına aslında bir hiçtir, fakat Allah’ın emriyle vazîfeyi yaptığı zaman o insanın eksikliklerini gidererek, onu Allah’a götürür. Dolayısıyla mürşidin hakîkatine, yâni ondaki Allah’ın tecellîsine yönelmek lâzım, şekline değil; Allah korusun yoksa putperest oluruz. Bu bakış açısından mürşide ihtiyâcımız var.
Tarîkat okuldur; İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca okullar vardır, bunların hepsi aynı kimyayı, aynı fiziği öğretirler fakat lisanları farklıdır. Bunun gibi çeşitli tarîkatler de Allah’a giden yolları temsil ederler. Ama bunların kesinlikle başka tarîkati reddetme ya da kendini onlardan üstün görme hakkı yoktur, çünkü Kâbe’ ye giden yollar çoktur, hangisinden gidilirse gidilsin Kâbe’ye ulaşılır. Bilakis gerçek tarîkat ehli diğer tarîkatleri kendisinden üstün gören ve onlara hürmet eden ve onlarla birlikte hareket etmeyi seven, yâni kendisi bir cemâat bile oluştursa diğer cemâatlerle ilişkisi asla kesilmeyen ve onlara hizmet etmeyi vazîfe bilen kişilere denir. Öyle bir devrede yaşıyoruz ki, maalesef tarîkatler yozlaştığı için, bunun ilmî kısmını atıyoruz. Halbuki ilmî kısmı çok önemli ve insanın belli bir disipliner terbiyeden geçmesi gerekir ki bir mürşit arasın ve o mürşitle Allah’a ulaşsın. Bu disipliner ilişkiyi biz Tasavvuf Enstitü’sünde vermeye çalışıyoruz, yâni çocukları her meslekte, kendi mesleklerinde ahlâkı yaşayacak disiplin öğretmeye çalışıyoruz. Bu esnâda ilâhiyatın ana derslerinden vazgeçmiyoruz. Yâni bizim Enstitü’ye girmek kolay, çıkmak zordur, fakat kimse de çıkmak istemediği için güzel şeyler oluyor. Dolayısıyla Arapça öğreniyorlar hem Farsça öğreniyorlar hem de İlâhiyat Fakültesinde okutulan bütün ana bilim derslerini öğreniyorlar. Bunların üstüne bir de ayrıca tasavvuf öğreniyorlar, tasavvufun umdelerini, yaşam biçimini öğreniyorlar ve dolayısıyla kendi mesleklerinde onu nasıl uygulayacaklarını öğreniyorlar ve tezlerini bunun üzerine hazırlıyorlar. Bu, çok önemli bir şey diye düşünüyorum. O bakımdan bu Enstitü’müz bu alanda gerekli olan işlevini yerine getiriyor. Biz de bundan mutluluk duyuyoruz vesselam!..