Kızım Rüveyda Fransa (Loire Vadisi, Bretonya ve Normandiya) gezi önerisini geçen yıl bana yaptığında, Güney Fransa gezisinin tadı damağımızdaydı. Çoğu arkadaşımı, bu tür bir geziyi -tur veya organizasyon ile değil de- kendi kendimize gerçekleştirdiğimize ikna etmekte hala zorlanıyordum.
Gezi güzergahı için, belirli bir coğrafi ve tarihsel olarak tutarlı ilişki ağından oluşan veya doğal güzellikleriyle ilham olmuş bölgeler seçildi. Derdim, farklı kültür ve estetikleri müşahede etmenin yanında Avrupa tarihinin evrimini anlayabilmek ve bu sürecin kendi tarihimizle mukayeseli/karşılaştırmalı sonuçlarını çıkartabilmekti.
Bize öğretilen Avrupa tarihini bir uluslar veya devletler arası ilişkiler tarihi olarak varsaymak oldukça yanıltıcı bir durumdur. Aksine Fransa’dan anlayabildiğim kadarıyla Avrupa tarihini; hanedanlar, soylular, dini otorite arası ve tüccarlar arası güç ilişkileri olarak okunması, bizlere bugünler dahil bir takım ilginç çıkarımlar sağlayacaktır.
Güney Fransa’da şatolardan ziyade manastırlar, saraylar, katedraller (Papalık’ın taşındığı Avignon, Katharların dini merkezleri vs) görebilmiştim. Fransa özellikle Loire vadisinden Normandiya’ya kadar içlerinde en az 500 yıllık trajik hanedanlık hikayelerini barındıran şatolar ile karşılaşabiliyorsunuz.
Gezimizin ilk üç gününü Paris’ten önce Fransa’nın cazibe merkezi olan Loire Vadisi’ni keşfe ayırdık. “Fransa’nın bahçesi” olarak nitelendirilen vadinin toprakları verimli olsa da ne yazık ki bölge yüzyıllar boyunca gün yüzü görmemiş. Loire Vadisi boyunca küçüklü büyüklü çok sayıda şato var. Şatolar, Rönesans dahil, hanedanlık mücadeleleri ve komploların ötesinde kültür ve sanatın da kuluçka alanı olmuşlar. Şatoların neredeyse hepsinin çok özgün mimarileri var. Hatta çoğu zaman sanat ile mimari iç içe geçmiş. Mesela I. François’in (Kanuni’nin Françeskosu) av köşkü olarak yaptırdığı, bölgenin en ünlü şatosu Chambord Leonardo Da Vinci veya Domenico da Cortona tarafından dizayn edilmiş. Üst üste iki sarmal olarak inşa edilen merdivenler ile iki kişi (başlangıç ve bitiş hariç) hiç karşılaşmadan üç kata da çıkabiliyor. Chambord öyle bir mimariye sahip ki, Fransız Rönesansı’nın temsilcisi olarak kabul ediliyor. Özgün mimariye başka bir örnek “Kadınlar Şatosu” olarak bilinen Loire Vadisi’nin en zarif şatosu Chenonceau… Bu şato Cher nehrinin iki yakasını birleştiren bir köprü gibi nehrin üzerine kurulmuş. Birçok şato önceleri savunma daha sonra estetik amaçlı olarak hendekleri kullanmış. Çoğu göl veya nehir yanında olduğu için akisleri suya düşen şatolar çok güzel manzaralar sunuyor. Aslında şatoların mimarilerinin özgün olmasının bir diğer sebebi bunun bir şan göstergesi olması olabilir. Gerçi o dönemde şaşalı şatolar ve bahçeler kralların pek hoşuna gitmiyor olsa gerek ki, beğendikleri şatoları yolsuzluk gibi çeşitli bahaneler göstererek (belki de gerçeklerdir) kendi mülklerine katıyorlarmış. Chenonceau, Vaux de Vicomte, Azay-le-rideau bunlardan birkaçı olarak gösterilebilir.
Şatoları yaptıranlar veya oralarda yaşayanlar hep kendilerini ifade eden sembolleri kullanıp aidiyet ve güç gösterisi yapmışlar. Mesela I. François’in bulunduğu şatoların pek çok yerinde I. François ve Fransa’yı sembolize eden “F” harfi ve ateş püskürten bir semender sembolü var. Blois Şatosu’nda III.Henry’i temsil eden “H” harfini abartılı şekilde birçok yerde görebilirsiniz. II.Henry ve eşi ünlü İtalyan Medici ailesinden Catherine de Medici’nin H ve C harfleri de (Chenonceau Şatosu gibi) bazı şatolarda kullanılmış.
Loire Vadisi’ni gezerken dikkatimi çeken diğer şey geçmiş dönem soyluların hayatında sanat, edebiyat ve sporun önemli bir yer tutması oldu. Neredeyse her şatoda hatırı sayılır bir kütüphane, müzik aletleri ve dönemin sanat eserleriyle doldurdukları bir galeri var. Dönemin kırsal yaşam sporu avcılık sonucu avlanan ve doldurulmuş hayvanların sergilendiği özel bir oda da mevcut. Yine şatoların dizaynında ve dekorasyonunda o dönemin eserleri kullanılmış. Mesela ünlü çizgi roman ve çizgi film Ten-Ten’in yazarının ilham aldığı şato Cheverny’nin yemek odası o dönemin ünlü eseri Don Kişot’tan sahneleri içeren ahşap üzerine yapılmış resimlerle dolu.
Krallar ve soylular düşünürlere ve sanatçılara çok önem vermiş ve sahip çıkmışlar. Birkaç örnek vermek gerekirse; Moliere’in Kibarlık Budalası oyununun ilk gösterimi Chambord’da yapılmış. Chenonceau Şatosu Duphin ailesi zamanında Jean Jacques Rousseau dahil birçok düşünürü ağırlamış. Soylular ve düşünürler bir araya gelir beyin fırtınası yaparlarmış. I. François yaşlılık zamanında Leonardo Da Vinci’yi Fransa’ya davet etmiş ve onu kendisine yürüyerek sadece beş dakika süren Clos Luce Şatosu’na yerleştirmiş. Da Vinci Fransa’ya gelirken yanında Mona Lisa dahil birçok eserini de getirmiş. Kral Mona Lisa’yı Da Vinci’den 4000 dükaya satın almış. Böylece Mona Lisa ve birçok önemli eser Fransa mirasına geçmiş. Bu belki de sanatçılara olan desteklerin uzun vadeli kazanımların en güzel ve en bariz örneği. Yani I. François sağ olsun, Fransa hala sırf Mona Lisa tablosundan bir sürü para kazanıyor. Bir gün Loire Vadisi’ne giderseniz Da Vinci’nin son yıllarını geçirdiği Clos Luce Şatosu’nu gezmenizi öneririm. Şatoda Da Vinci’nin öldüğü oda, ilgilendiği bahçeler, çalışma odası ve aletleri, çizimlerinin maketlerini görmek oldukça etkileyici oluyor. Maketleri görünce Da Vinci’nin ne kadar da çağının ilerisinde bir adam olduğunu anlıyoruz. İtalya’nın böyle bir dehayı nasıl Fransa’ya kaptırdığını düşününce insan hayret ediyor. Bizden Da Vinci çıkar mı; çıksa da ona sahip çıkar mıyız, bunlar hep soru işareti! Düşünün ki I.François Da Vinci’ye baba diye seslenirmiş ve Da Vinci’nin ölümü onu yasa boğmuş. I. François’in Clos Luce Şatosu’ndaki odasında yatağının karşısında asılı olan yağlı boya tablosu Da Vinci’nin ölüm anını tasvir ediyor. Tabloya yakından baktığınızda I. François ve Da Vinci’nin samimiyetini anlayabilirsiniz. Zaten Da Vinci’nin mezarı da Amboise Şatosu’nun bahçesindeki Şapelde bulunuyor.
Uyuyan Güzel Masalı’nın yazarı Usse Şatosu’nda misafirken bu şatodan ilham alıp masalına başlıyor. Türkiye’de de gösterine çizgi film Ten-Ten’in yazarı Cheverny Şatosu’nu model olarak kullanıyor.
Loire Vadisi, özellikle de Catherine de Medici zamanı, Protestan-Katolik Savaşlarına ev sahibi olmuş. Amboise Şatosu II.François (II.Henry ve Catherine de Medici’nin oğlu) zamanında Protestan-Katolik savaşlarına sahne olmuş. Protestanların kendi seçtiği kralı tahta geçirmek amacıyla yaptığı planı öğrenen Katolikler, ibret olsun diye 100 Protestan’ı şatonun duvarlarından asmış. Bundan sonra Protestan kıyımları başlamış. Bu kıyımları izleyen II.François ve eşi İskoçya Kraliçesi Mary Stuart şatoyu kirli geçmişi ile bırakarak Blois şatosuna taşınmış. Blois Şatosu’nun geçmişi de Amboise’den pek parlak sayılmaz. Protestan-Katolik Savaşları sırasında şato birçok komploya tanık olmuş. Örneğin, Catherine de Medici'nin favori oğlu Kral III.Henry zamanında Huguenotlar (Fransız Protestanları) ile çokça uğraşmış. Katoliklere birçok zafer kazandırmasına rağmen bir süre sonra baskıdan bunalıp Huguenotlara birtakım imtiyazlar tanımış. Katolik topluluğu ise Guise Dükünün kral olmasını istiyor ve isyan çıkarıyormuş. III.Henry kuzeni olan Guise Dükü ve adamlarını anlaşmak amacıyla şatoda misafir etmiş. Fakat o gece kuzenini yalnız yakalatıp, öldürtmüş. Şatoda bu olayla ilgili birçok tablo mevcut. Bu olaylardan sonra III.Henry de intikam almak isteyen katı Dominiken bir keşiş tarafından öldürülmüş ve Valois hanedanı son bulmuş. III. Henry’den sonra tahta geçen IV. Henry aslında Protestan inancına göre büyütülmüş olmasına rağmen “Paris bir dini ayine değer” diyerek “sözde” Katolikliğe geçmiş. Yani Protestan-Katolik Çatışmaları sonunda bir hanedan son bulmuş. Ve Loire Vadisi şatoları yukarıda bahsettiklerim gibi tarihte kayıtlı ve kayıtsız birçok komploya tanık olmuş.
Fransız Kralları Osmanlı Padişahları ile ters olarak evlenecekleri insanları soylu kadınlar arasından seçip bundan çıkar sağlamaya bakarlarmış. Mesela, o zamanlar bağımsız olan Bretonya’nın başındaki Anne de Bretagne ile önce VIII.Charles, sonra da XII.Louis evlenmiş. Bretonlar için kahraman olan Anne, babası ölmeden ona Bretonya’nın bağımsızlığı için savaşacağına söz vermiş ve gerçekten de hayatını buna adamış. Ne yazık ki onun ölümünden sonra kızı zamanında Bretonya Fransa Krallığı’na bağlanmış. II. Henry ünlü İtalyan aile Medici’lerden Catherine de Medici ile evlenmiş.
Loire Vadisi’ni gezerken kadınların Fransız tarihinde önemli rolleri olduğunu anlıyorsunuz. Mesela II.Henry’nin eşi Catherine de Medici Fransız tarihinde çok önemli bir figür olmuş. Blois şatosunda ölen Catherine de Medici’nin kendi özel astroloğunun odasını Chaumont Şatosu’nda, duvarların arasına sakladığı zehirleri Blois Şatosu’nda görebilirsiniz. Catherine de Medici’nin eşi olan II.Henry de, II.Henry’nin babası I.François de aynı kadına aşıkmış: Diane de Poitiers. Aslında I. François’in metresi olan Diane’in sonradan II.Henry’nin metresi olması, II.Henry’nin vadinin en zarif şatosunu Diane’e vermesi, Diane adına tablolar yaptırması, ölene kadar ondan vazgeçmemesi onun psikolojide Ödipal Kriz denilen şeyden muzdarip olduğunu gösteriyor. İlginç başka bir hikâye de yukarıda bahsettiğim, Dominiken bir Katolik rahip tarafından suikaste kurban giden III.Henry’nin eşi yine soylu bir aileden gelen Louise de Lorraine’in hikayesi. Eşi ölmeden önce Louise’e gönderdiği mektupta “Tanrı’ya benim için dua et ve olduğun yerden ayrılma.” diye yazdığı için olacak, Louise muhtemelen duyduğu “hayatta kalma suçluluğu” ve yaşadığı travma sonucu- 11 yıl boyunca odasından çıkmayarak yas tutuyor. Fransa’nın halk kahramanı Jeanne d’Arc’ın yolu da Orleans ve Blois’den geçiyor. Ancak Jeanne d’Arc hakkında bir sonraki yazımda detaylı bilgi vereceğim için şimdi duruyorum.
Fransız devrimi zamanı birçok şato zarar görmüş. Ancak çevre köylülerince sevilen veya politik davranan bazı şato sahipleri şatolarının devrimden pek az zararla çıkmasını sağlamış. Chenonceau Şatosu bunlardan bir tanesi olarak gösterilebilir. II. Henry öldükten sonra Catherine de Medici tarafından Diane de Poitiers’in elinden alınan Chenonceau Şatosu’nda o dönem halkın zor yaşamına rağmen şaşalı hayatlar, partiler yaşanıyor. II.Dünya Savaşı sırasında şatonun üzerinde bulunduğu Cher Nehri Fransa-Almanya sınırını oluşturuyor. Fransızlar, şatonun sahibi tarafından köprü görevi gören şatodan Fransa bölgesine kaçırılıyor. II. Dünya Savaşı’nda sanat eserlerinin çoğu Loire Vadisi’ndeki şatolarda saklanmış. Mesela, savaş sırasında Louvre Müzesi koleksiyonun bir kısmı güvenlik amaçlı olarak Chambord Şatosu’na taşınmış ancak Mona Lisa tablosu bir süre Hitler’in eline geçmiş.
Bazı şatolarda Osmanlı döneminden de esintiler görülüyor. Örneğin, bahçeleriyle ünlü Villandry Şatosu’nda 1700lü yıllarda şatonun sahibi olan Castellane Markisi Osmanlı İmparatorluğu’nda elçilik yapmış. Odaların biri Osmanlı dönemi tabloları ve işlemelerinden oluşuyor. Önceden Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı olan Cezayir’de 19.yy başlarında bağımsızlık mücadelesi veren Emir Abdulkadir, Fas Sultanı'na sığınmış ancak Sultan onu korumamış. Cezayirli Emir Abdulkadir ve adamları 4 yıl boyunca Amboise Şatosu’nda “zorunlu misafir” edilmiş. "Misafirlik" döneminde o ve adamları oldukça sevilmiş. Şatonun doğu bahçesinde orada ölen adamlarının mezarları var.
Loire Vadisi’nde şatolar haricinde ilgi çekici manastırlar da var. Mesela Fontevraud Manastırı Avrupadaki en büyük Ortaçağ manastırlarından birisi. Breton vaiz Robert d’Arbrissel tarafından 12.yy da kurulmuş. Manastırı başrahibeler yönetmiş. Burada erkekler kadınlara hizmet ediyormuş. Manastırın baş rahibesi kadınlara ve erkeklere ayrı ayrı yaşam alanı sağlıyormuş. Keşişler, gönüllü çalışan rahibeler, inzivaya çekilenler, cüzamlılara bakan rahibeler bu manastırda ayrı binalarda yerini almış. Manastır özellikle aristokrat kadınların gözde mabedi olmuş. Fontevraud Manastırı’nda kurulan sistem zaman içerisinde bütün Avrupa’ya yayılmış. Ruhani ve politik gücü varmış çünkü başrahibeler genelde kralların kızları oluyormuş. Robert güçlü Plantagenet ailesi tarafından korunuyormuş. Zaten binanın iç mekanında Plantagenet hanedanı üyelerinin; İngiliz Kralı II.Henry, Kraliçe Akitenyalı Elenor, çok az İngilizce bilen oğulları Aslan Yürekli Richard ve gelinleri Isabelle d’Angouleme lahitleri var. Aslan Yürekli Richard’ın kalbi Normandiya’daki Rouen Katedrali’nde. Bourbon hanedanı da buraya sahip çıkmış. Zaten başrahibelerinin çoğu oradan. Devrim zamanı burası Fransa’nın en güçlü manastırıymış. 19.yyda, devrimden sonra hapishane olarak kullanılmış (diğer birçok manastır gibi). Fransa’daki en zorlu hapishanelerden biriymiş. Mimarisi garip bir şekilde hapishane mimarisine uyum sağladığı için yapısı korunmuş. Yıllarca dini mabet olan ve insanlara maddi-manevi umut kapısı çoğu mekânın devrim sonrası hapishane olarak kullanılması tarihin bir cilvesi olsa gerek. Normandiya’da gördüğümüz Mont St.Michel Manastırı için de aynı şey geçerli.
Genel olarak Fransızların tarihi yapılarına sahip çıktığını gözlemlediğimi söyleyebilirim. Dolayısıyla turizm gelirleri çok fazla. Yapıların içine muhakkak geleneksel veya modern sanattan bir şeyler ekliyorlar. Böylece tarihi yapıları sadece bir kere değil, çeşitli zamanlarda ziyaret etmeye bahane çıkıyor. Şatoların birçoğunda çocuklar için ayrı aktiviteler düzenleniyor. Yetişkinler için bazı şatolara kaçış oyunları yapılmış. Bilgilerin daha iyi anlaşılması ve için çoğu yerde histopad veriyorlar. Çoğu şatonun bahçesi aynı zamanda piknik alanı. Ancak hiç çöp yok.
Anlamak için bir insanın ömrü yetmiyor ancak 2000 yıllık kayıtlı tarihe bakınca dünyanın güç odağının değişmesinde bilim, sanat ve felsefenin etkisi çok açık. Mesela Endülüs Avrupa’ya kadar nasıl ulaşmış, Osmanlı İmparatorluğu neden düşmüş…
Leonardo de Vinci dahil İtalya’dan çağırılan birçok sanatçıya buralar mekân olmuş. Şatolar güvenlik gerekçesiyle orman ve nehirler üzerine konuşlandırılmış. İşin içine Medici gibi büyük Avrupa banker aileleri dahil hanedanlar arası karşılıklı kız alıp vermeler, komplolar ve cinayetler girmiş. Orta çağ Avrupa tarihi bu yüzden yüzyıllarca din ve hanedan savaşlarına tanık etmiş. Veba salgınları hep bu trajedilerin ayrılmaz parçası olmuş. Veba salgını demişken o dönemki temizlik anlayışı ve akan su kültürünün olmayışından bahsetmek gerekir. Bilindiği gibi dönemin kral ve kraliçeleri için temizlenmek ayıp sayılırdı. Hayatında hiç yıkanmayan bu sayede kutsallığı arttığına inanılan Kraliyet mensuplarından bahsedilir. Loire Vadisi’ndeki Usse Şatosu’nu -Uyuyan Güzel Masalına ilham olan şato- gezerken torunum Ece Uyuyan Güzel’in Müslüman mı yoksa Hristiyan mı olduğunu sordu. Yaşı itibariyle dinleri sorguluyor. Ona bilmediğimizi söyleyip onun fikrini sorduk. Bize “Bence Müslüman. Çünkü hangi prenses poposunu yıkamaz ki?!” diyerek güldü. Tuvaletsiz şato ve saraylarda Kraliçeler ve Kralların paçalı elbiselerinin genişliğine şaşmamak gerekiyor.
Bir başka dikkat çekici husus, şato ve manastırların çoğunda gizlenmeye bile gerek duyulmayan pagan sembollerin baskınlığı. Ama her ne olursa olsun bu manastırlardan Benedicten ve Thomas Aqunias gibi müceditler de (yenilikçiler) doğabildiler.
Orta çağ için Osmanlı dönemi ile retrospektif yaptığımızda Avrupa ile aramızdaki üstünlük farkını, dikkatli bir gözle üst paragraflarla baktıysanız, yakalayabileceğinizi zannediyorum. Yani bu dönem için Osmanlı’da toplumsal yaşam, temizlik, hanedan istikrarı, alt ve üst yapı kurumlarının tartışmasız üstünlüğünü görebilmekteyiz. Bugünkü Batı dünyasının tartışılmaz hegemonik üstünlüğünün oluşumunda, bizden farklı olarak soylu sınıfı ve burjuvaların yerelden örgütlenen kültür ve sanatı bağımsız destekleyen otonom yapılarının önemli temel bir rol oynadığını örnekleriyle bu gezimizde tekrar idrak etmiş olduk.