Dünyaya gelmemize sebep olan anne ve babalarımızın değeri hiçbir değerle ölçülemez.

Dünyaya gelmemize sebep olan anne ve babalarımızın değeri hiçbir değerle ölçülemez. Yerleri doldurulamaz, kayıpları büyük boşluktur. Yüce Kitabımız Kuran-ı Kerim anne ve babaya büyük önem atfetmiştir. Özellikle de elden ayaktan kesilmiş, kocamış ebeveynlerimizi yanımıza alıp kollayıp gözetmeyi ve onlara sabırlı davranmayı emreder. Hatta onlara öf bile demeyiniz der ilgili ayeti kerime. Anne ve babalarımızın üzerimizde büyük hakları vardır. Buna inanır ve buna iman ederiz. Türkler aileye büyük önem ve değer verir. Türklerde zaten iki ana unsur çok kıymetlidir. Bunlardan birincisi devletin bekası ve diğeri ailenin dirliğidir. İkisi birbirinden ayrılmaz birer parçadır. Sağlam bir aile yapısı devletin devamı için olmazsa olmazdır.

Çocuklar ve iş bölümü

Sanayi toplumundan önce ağırlıklı olarak aile yapısı genellikle tüm dünyada tarihi akış içinde baktığımızda cinsiyete göre rollere ayrılmıştı. Kabaca baba ve oğullar dışarıda, anne ve kızlar da evde iş görürlerdi. Fakat sanayiinin gelişimi meslek alanlarının genişlemesi teknoloji, kapitalizm derken rollerin evdeki dağılımı karmaşık bir hal aldı. Özellikle son yüz yıldır tüketim ve konfora dayalı bir yaşam arzusu aile içindeki hiyerarşiyi de etkiledi. Ailede artık roller evin içinde ve dışında yapılacaklara göre ayrılmanın ötesine geçerek paranın yön verdiği bir aile modeli oluşturdu. Hepimizin bildiği gibi Batıda 18 yaşını doldurmuş her genç reşit olduktan sonra evden ayrılmak, kendi hayatını kurması olası ve beklenen bir şeydir. Eğer aile içinde kalacaksa çalışarak faturalara katkıda bulunması gerekir. Bizim gibi geleneksel aile yapılarında eğer çocuk erkek veya kız henüz üniversite eğitimini alıyorsa ve hatta çalışıyor bile olsa aileye katkı yapması bir zorunluluk olarak görülmez. Bizde zorunluluk esasına göre değil gönüllülük esasına göre oluşturulmuş bir yapı mevcuttur.

Anne ve babanın görevleri

Ebeveynlerin birinci görevleri çocukları hayata hazırlarken onlara maddi ve manevi olarak destek olmanın yanında sonsuz bir sevgi ile ayrım gözetmeksizin anne ve baba şefkatini hissettirmektir. Hep şu manzara gözümün önüne gelir. Anadolu’dan büyükşehirlere göçen ailelerin çocukları bilet, mendil satıp tartının başında durup aileye ekonomik olarak katkıda bulunacak bir ırgat gibi görülürdü. Hala da o mantıkla hareket eden aileler yok değil. Köy yerinde aile hep birlikte çoluk çocuk tarlaya gider, hayvanlara bakar. Ama ordaki mantık ile şehir hayatındaki mantık aynı değildir. Çünkü hayvan, tarla aileye aittir ve geçimini hepsi birlikte oradan sağlamaktadır. Ailedeki herkes doğal olarak her işin bir parçasıdır. Ancak sadece köyden kente göç eden aileler değil basbayağı şehirli aileler dahi çocuklarını damızlık gibi görüp iş hayatına girip aileye destek olmak zorundaymış gibi baskı yapıp duygusal anlamda da tehdit edebiliyorlar. Bu tutumları ile kız çocuklarını üniversite yerine işe sokup maaşa da el koymayı kendilerine hak bilen çok aile var. Özellikle de kız çocuklarına bunu yapıyor olmak herşeyden önce genç kızlık onuruyla oynamak demektir. Kız çocuklarının okutulması ve meslek sahibi olup kollarına bir altın bilezik geçirmeleri için ailelerin destek olmaları gerekmektedir. Seçecekleri meslek, eş onların tabii istekleri doğrultusunda olmalıdır. Aileler burada sadece çocukluktan beri evlatlarına verdikleri terbiyeye güvenmeleri ve tercihlerinde de yardımcı olmaları gerekiyor.

Hak iki taraflıdır

Anlaşılıyor ki anne ve baba hakkının oluşması için önce anne ve baba evlatlarına hakkaniyet ölçüsünde davranmaları gerekiyor. Ebeveynlerin en önemli görevi evlatlarını ahlak, hak, hukuk ve sevgi konularında kendi kadim değerlerimizle besleyebilmeleridir. Dışarıdan gelebilecek tehliklelere karşı uyanık olmalarını sağlamak, zorluklar karşısında muhakeme edebilecek bir zihin yapısı kazandırmak başlıca düsturları olmalıdır. Rızık kaygısı gütmeyen, hak yemeyen, toplumu ifsad eden alışkanlıklardan uzak bireyler yetiştirmeliyiz. Okumak, meslek sahibi olmak ve çocukların kendi hayal ve düşünce dünyalarına açılan kapılara anahtar olabilmeliyiz. Haklı olmak için hakkı önce hal ile öğretebilmeliyiz. Unutmayalım ki en büyük yanlış Allah’ın bir ömür bize emanet olarak verdiği evlatlarımızın hakkına girmeyi kendimize hak görmektir.

Kalpten dua

Esasen biz büyükler evlatlarımızın tahtı da, bahtı da güzel olsun deriz. Onların iyi olmalarını dileriz. İyi insanlarla karşılaşmasını, ayağına taş değmemesini Yüce Allah’tan niyaz ederiz. Bu kalpten dua anne, baba ve biz büyüklerin duasıdır. Anne ve baba çocuklarını koruyup kolladığı kadar, çocuklar da anne ve babalarının gönüllerini almada bir eksiklik göstermezler. Bu aynı zamanda bir dönüşüm ve nöbet değişimidir. Biz çocuklarımızı hakkıyla yetiştirmeliyiz ki, onların geleceği de bizim geleceğimiz de hayrolsun, hayra tebdil olsun. Böylece en büyük bilgelik budur vesselam.

GERÇEKTEN PAYLAŞIYORLAR MI?

Yarım kalan ekmeği çöpe atmak yerine pencerenin kenarına kuşlara koymak. Gardrobunda sezonda bir, iki kez giydiğin kıyafetleri ihtiyacı olana verebilmek. Ne güzel ne naif cümleler değil mi? Çok var bu şekilde davranan insanlar, ama yanılıyoruz işte. Paylaşımcı görünüp ama asla paylaşamadıkları şeyleri saklayanlar var. Öyle cömert herşeyi paylaşıyormuş eli bol havasında insanlar dolaşıyor aramızda. Uzaktan ne kadar bonkör dersiniz. Ama evinde eşine, çocuklarına anlayışı, sevgiyi, zamanı o kadar cimri ama dışarıya da bir o kadar cömert. Yaşını başını almış anne ve babaların mirası ölünce paylaşırsınız demek yerine evlatlar hayattayken aralarında bölüşebilen kaç kişi tanıyorsunuz? Bazı insanların canını alacaksın ama malına, parasına dokunmayacaksın. Ne acı değil mi üç günlük şu ömürde hala sevgisini çocuğundan esirgeyen ama konuya komşuya sevgi dolu geçinen. Ya da eşiyle aklından geçenleri paylaşmayıp kendi içinde kararlar alıp uygulayan bununla da ailesinin rızkından çalan ama dışarıya çalışkan, dışadönük görünen ne çok insan var. Yanıltmasın bizi dışarıdan görünenler. Yalan dolan paylaşımlara kanmayalım. İçi dışı bir insanlara selam olsun.

RUHUNU UÇUR

Sağ elimle verdim sol elimle aldım. Umut hep var diye diye bu devranın içinde günleri bir bir çevirdim. Başım döndü sayamadım geceyi gündüzü. Bugün yarın derken bir baktık küçük kıyamet günü gelmiş. Uçtukça uçtuk bir hafifledik ki ortalık da ne gam ne keder. Meğer ne boş işlermiş hay huyla geçen günler. Arkamızdan ağlayan, gözyaşı dökenler derken bu günler de geçti herkes gününü yaşarken. Bir ayağım zincirli diğer ayağım gitmek isterken. Bensiz yaşayamaz, yapamaz diye düşünüp telaşlanırken. Kendine bir lokma huzur vermezken bir de bakarsın ki herkes yolunu tutmuş giderken, sen yorulmuşsun. Ana olmaklık varken kendin olmaklığı unutmuşsun kimin umurunda? Sen kendine gelmezsen neden sorsun ahali ahvalini? Uç bir an önce uç uzaklara ki gökler ferahlatsın seni. Papatyalar açılsın uçsuz bucaksız kırlarda. Esaretinin belini kır artık. Kafesten uç uç ki kimse seni tutamasın. Gün gelip geçerken zindandan kurtul. Ruhunu bırak uçsun. Ne o, ne bu, nasihatim sana bu olsun. Hadi şimdi! Ruhunu uçur uzaklara.

DOÇ.DR. ŞEHNAZ BİÇER

BATI ÜSLUPLARININ EL YAZMALARDAKİ,

SON TEMSİLCİSİ İSTANBUL

Osmanlı topraklarında batı sanatı tesirleri onsekizinci yüzyılın başında girmeğe başlamış ve öncelikle çeşme ve sebil gibi küçük boyutlu eserlerde kendini göstermiştir.

Batıda mimari bir oluşum olarak doğması hasebiyle bu etkilerin Osmanlı’da da ilkin mimaride görülmesi gayet normaldir.

Ancak bu tesirlerin Osmanlı el yazmalarında görülmesi ve buna mukabil üslupların kaynağı olan ülkelerde matbaanın icadıyla birlikte matbu yayınların tercih edilmesi nedeniyle

batı sanatının el yazmalarındaki son temsilcisi olarak İstanbul, ayrı bir önem teşkil eder.

Osmanlı topraklarında batı modasının sevilmesi ve tercih edilmesinin birkaç önemli sebebi vardır. Bunların başında, Avrupa coğrafyasında birbirlerini etkileyerek dönüştüren ve peş peşe çıkan Barok, Rokoko, Louis üsluplarının Osmanlı münevverleri tarafından takip edilmesi gelir.

17. yüzyılda İtalya’da ortaya çıkan sedef ve incilere benzeyen deniz kabukları şeklinde bezemelerden oluşan Barok üslubunu, daha zarif çizgilere taşıyarak defne, meşe, zeytin ve sarmaşık yapraklarından, çiçek dolu kupalara ve kurdele ile bağlanmış çiçek demetlerine bırakan rokoko üslubu takip etmiştir.

Rokoko şekillerinin giderek abartılmasından dolayı klâsik unsurlara doğru eğilimin artması neticesinde de simetri yeniden moda olmuş ve böylece üçüncü bir üslup olarak, XVI.Louis zamanına denk gelen “Louis üslubu” doğmuştur.

Osmalı devleti içinde, mimariden el yazmalarına oldukça hızlı yayılan ve beğeniyle karşılanan bu üslupların tercih edilmelerinin sebeplerinden biri de, 18. yüzyıllın başlarında tahta çıkan III.Ahmed’in Edirne Sarayı’ndan İstanbul’a yerleşmesi söylenebilir. Bu dönemde, İstanbul Sarayı’nın yeniden canlandırıldığı, her türlü faaliyetin yoğunlaştığı ve entellektüel kesim ile saray çevrelerinin keyifli bir yaşam biçimini benimsedikleri görülür. Lale Devri (1703-1730) olarak adlandırılan bu yılların sanat ortamına Edirne Sarayı ve şehrindeki yeni oluşan sanat zevkinin etkisi yadsınamaz.

Yüzyılın başında özellikle Edirne ve İstabul’da aşırı denebilecek sevginin ötesinde bir çiçek merakı başta saray çevresi olmak üzere varlıklı çevreleri sarmış ve aynı zamanda çok farklı çiçek çeşitleri yetiştirilerek bir kazanç kapısı olarak da gelişmiştir. Bu merak, başta Hollanda olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ülkelerine de yayılmış ve “Tulipomania” olarak adlandırılan lale çılgınlığına dönüşmüştür.

Bu çiçek merakı sanatta da kendini göstermiş ve “Edirnekâri Üslup” olarak adlandırılılmıştır. Klasik çiçek betimlemelerinden farklı olarak buketler halinde tasarlanan, üçüncü boyutun hissedildiği bu üslup sevilerek kullanılmıştır.

Dolayısıyla, Avrupa topraklarındaki çiçek temalı rokoko üslubunun etkisi ve Osmanlı topraklarındaki çiçeğe merak ile devam eden tesir neticesinde, İstanbul’un entellektüel çevreleri bütün bu üslupları 18 ve 19. yy boyunca Osmanlı el yazmalarında kendine has tarzıyla var etmiştir.

Artık Osmanlı sanatkarı, klasik teknik ve anlayışından farklı olarak bol altınlı, ana hatlarını “c” ve “s” kıvrımlı süslemenin oluşturduğu sayfa tasarımlarına yer verecektir. Renk renk natüralist çiçeklerin yer aldığı demetlerde, güller, kasımpatılar ve sümbüller çizerek, bunları bazen bir vazoda bazen kurdela ile bağlanmış bir demette bazen de bir sepetin içinde aranjman olarak tasvir edecektir.

Tüm bunların ışığında, bu üslupları kendi bünyesinde yeni yorumlar getirerek farklı üslup oluşturma becerisine sahip olan Osmanlı sanatkarı, kendi rokokosunu şekillendirmekte zorlanmayacak ve bu yolda hazırlanan eserler “Türk Rokokosu” olarak sanat tarihinde yerini alacaktır.

17.yüzyıldan itibaren Avrupadan doğan üsluplar, 18. yüzyılla birlikte gelişerek devam eden ve temelinde tabiatın sunduğu en zarif canlılardan biri olan çiçeklerle birlikte , el yazmalarındaki son şarkılarını İstanbul’da söyleyerek gittiler.

Ve İstanbul…

Kendi çağında anlaşılmasa de yüzyıllar sonra farkedilecek bir bitirişe kendi yorumuyla imza attı. Yüzlerce yıldır süre gelen hem batıda hem de doğuda kitap süsleme geleneğinin son temsilcisi olarak bir görevi üstlendi. Avrupa’nın içinde doğmuş, varlığını ancak oralardaki kitap kaplarında gösterebilmiş üsluplarını, dünya sanatına armağan etti.

USTA ÇIRAK İLİŞKİSİ

Usta ve çırak bizim terbiye sisteminin temel tekniğidir. Klasik eğitimlerde hala bu geçerlidir. Bugün klasik sanatlarımızda usta çırak ilişkisi metoduna göre öğrenci yetiştirilir. Usta ve çırak yöntemi sadece tamirhanede geçerli değildir. Zanaat ve sanatlarımızda en etkili öğrenme ve mesleği öğrenme biçimidir. Çırak olarak girdiğin mesleğe veya sanata bir ileriki adım olarak kalfalığa yükselirsin. Arkasından ustandan icazet alana kadar kalfalıkda devam eder fakat arkadan gelenlere de rehber olursun. Birebir yüzyüze ve seçilmiş biri olarak eğitim almak o işte ustalaşmaya karar vermiş olmak demektir. Onlarca öğrencinin doldurulduğu sınıfta herkese verilen eğitim maalesef verimli olmuyor. Bu eğitim sisteminden de usta yani ehliyetli insan çıkmıyor. Zar atmak gibi oluyor bu eğitim tarzında usta çıkarmaya çalışmak. Ustanın çırak ile olan bağı alıp verdiği bilgiler kişiye özel oluyor. Çırak ustasına sonsuz bir saygı ve vefa içinde mesleğini öğreniyor. Çırak tam bir inanç, teslimiyet içinde yoluna aşkla devam ediyor. Böyle olunca da kalp mutmain oluyor ve mesleğinde ustalaşıyor. Ustası gibi o da bir öğrenci yetişitiriyor.

ARTI – EKSİ

Artı

Tarım gençlere emanet

ABD’de akademisyenliğe devam ederken dedesinin vefatının ardından bıraktığı topraklara dönen Aynur Onur dikkatimizi çekti. Aynur hanım, Amerika’daki işini bırakıp tamamen Burdur’a dönerek susuz tarım projesine el attı. Lavanta, altın otu (ölmezçiçek), tıbbi papatya, adaçayı, kekik ve biberiye gibi tıbbi aromatik bitkiler yetiştirmeye başlayan Onur, traktör satın aldı, bu bitkilerin yağlarını çıkaracak bir de tesis kurdu. Kadınları bu projeye dahil eden Onur’un hedefi kozmetik sektöründe adını duyaracak projeler yapmak. En büyük amacının kadınların öncülüğünde susuz tarım kooperatifi kurmak olduğunun altını çizen Onur, "Kooperatifle yeni nesil çiftçiler yetiştirmek, tarımı yeni akım bir moda haline getirmek istiyoruz. Susuz tarımla üretilen tıbbı aromatik bitkilerinden hem çok verim alınabiliyor hem de geliri geleneksel ürünlere göre çok daha yüksek." ifadesini kullandı. Biz de hep dediğimiz gibi tarım kentli köylüler tarafından tekrar şaha kaldırılacak. Aynur hanımı tebrik ediyoruz.

Eksi

Sevinmenin adabı

Sevinmek, mutlu olmak ve bunu göstermek insana en yakışan hasletlerden biridir. Her insan güzel bir haber karşısında sevinmeyi hak eder. Geçen hafta Stanford Üniversitesinde eğitim almaya hak kazanan lise son sınıf öğrencisi bir kızımızın sosyal medyadaki arkadaşlarıyla ortak ekrandaki bekleyişini ve olumlu gelen habere sevinişini izledik. O anı oğlumla izledim. Sevinç çığlıkları olaya gösterdikleri tepki inanın beni ve oğlumu çok rahatsız etti. Sevinme şeklinin bir hanıma yakışmayacak ve edebini kontol edemeyecek seviyede olması beni endişelendirdi. Değil Stanford allameicihan olsa ne yazar. Türkiye’de herhangi bir üniversitede okuyan öğrencilerin durumunu düşündüm. Bu çocukların sevinmeye hakkı yok mu? Her türlü mutluluk karşısında vakar içinde sevincini paylaşabilrsin. Güzel bir konuşma yapıp teşekkür edebilirsin. Bu aynı zamanda bir şükürdür.

KİTAP EDİTÖRLERİ

Son yıllarda kitap basımındaki rakkamlarda artış gözlemleniyor. Nitelikli veya niteliksiz tartışmasına girmeyeceğim. Her çağın iletişim tarzı farklıdır. Agoralarda klasik Yunan medeniyeti döneminde de tiyatral oyunlarla kamuoyu yönlendiriliyordu. Arap yarımadasında İslamiyetten önce ve sonrasında da şiir söyleme geleneği vardı. Hatta benim savaştan önce bir tarihte gittiğim Suriye’deki bazı camiilerin avlusunda bu geleneği devam ettirenler vardı. Şöyle ki para veriyorsunuz ve size rastgele bir şiir okuyorlar. Sonrasında düz yazı yeni çağın iletişim aracı oldu. Günümüzde de dijital ortam göz önünde bulundurulacak olursa kitap editörlerinin mutlaka iletişim uzmanlarından seçilmesi gerekiyor. Kullanılacak dil, kitabın boyutu, kapak tasarımı dahil yeni neslin iletişim anlayışını kavraması gerekiyor. Aksi halde yapılan çalışmalar boşuna gidiyor. Zaten dikkat edilirse tek kitabın on binlerce basılması artık nadir olaylardan. Genelde yayınevleri kitap başına iki bini geçmeyecek rakkamları tercih ediyorlar. Çünkü okunup okunmayacağından emin değiller. Bir kitabın kitleleri sürklemesi gerilerde kaldı. Artık farklı farklı bir sürü kitap var; biraz ondan biraz bundan. İletişimin unsurlarını iyi bilen gençleri bilinçli bir şekilde değerlerimizle buluşturacak ama teknolojiyi de göz önünde bulunduracak komplike bir editörlüğe artık ihtiyaç var.