Prof. Halet Çambel'i Türkiye'de az çok herkes tanır.
Prof. Halet Çambel’i Türkiye’de az çok herkes tanır. Özellikle arkeolojik çalışmalarından dolayı. Onun dışında olimpiyatlara katılan ilk Türk kadın sporcu olarak, Osmanlı paşalarından birinin torunu olarak vesaire…
Onu bir de Adana ve Osmaniye yöresi bir başka tanır ve sever. Bu sevgileri yıllar öncesinden, ta asistanlık yıllarından bu yana süregelen bir sevgidir. Çünkü ömrünün yarısını Karatepe ve civarında arkeolojik çalışmalar yaparak, ayrıca yaz kış demeden vakit buldukça oralarda oyalanarak, oraların sosyal ve kültürel dokusuna da katkıda bulunarak geçirmiştir. Ta ki vefat ettiği günlere değin. Bu yüzden 25 yaş üstü hemen hemen herkes Halet Hanımı günümüzde bilir, en azından ismen tanır şahsen tanımasa da Çukurova’da.
Ben de ismini bilmeme, geçmişte neler yaptığını bilmeme rağmen 2008’li yıllarda onunla yapmış olduğum bir röportaj sayesinde kendisini daha iyi tanıma imkanı bulmuştum. Ayrıca babamı yakinen tanıdığını o röportajı bitirene kadar geçen sürede, onunla ilgili bazı bilgileri, konuları, anıları da Halet Hanımdan duymak beni çok mutlu etmiş, çok büyük bir sürpriz olmuştu. Babasını küçük yaşta kaybeden birisinin bildiği konular değildi çünkü onun anlattıkları, anıları. Epeyce çok anısı vardı babam ile. Bunun nedeni de babamın mesleği idi. O dönemlerde babam fotoğrafçı memlekette ve pek başkaca fotoğrafçı da yok, öyle düşünün. Haliyle Halet Hanım ile birlikte Karatepe’ye kazı çalışmalarının yapıldığı yere, oradaki eserlerin fotoğrafını çekmek için birlikte gider ve gelirlermiş. Kimi zaman at ile, kimi zaman bir yerden sonra yayan… O vakitler oralara arabayla gitmek mümkün değilmiş, yol yolak yok! Bunu bizzat Halet Hanımın kendisinden dinledim. Hatta 2011 yılında yayımlanan ‘Sormak Lazım’ isimli röportaj kitabımda bu ve benzeri bilgileri Halet Hanım bizzat soru cevap kısmında bahsettiği için, orada da mevcut. Ayrıca asistanlığı yıllarında, orada çalışırken Kadirli de olduğu kimi günlerde bizim evimizde misafir olduğu vb. bilgilerde.
İşin diğer tarafına gelecek olursam, Halet Hanıma ulaşmak için epeyce uğraş verdim o vakitler. İşleri dolayısıyla şehir dışında veya kazılarda olduğu, sağlık problemleri yaşadığı, İstanbul’daki yalısında da bu sebepler dolayısıyla pek az uğradığı, o vakitlerde.
Ama ona ulaşmak isterken asıl canımı sıkan şey direkt kendisiyle görüşemememdi. Çünkü kendisi cep telefonu kullanmıyor, ben yalısında çalışan hizmetlisi vasıtasıyla kendisiyle irtibat kurmaya çalışıyor, not bırakıyordum. Sonra tekrar arayıp bilgi alıyorum. İrtibat o şekilde yani. Bu duruma da canım epeyce sıkılmıştı, “yahu nasıl iş bu böyle, bu dönemde cep telefonu kullanmayan bir profesör, öyle şey mi olur, bu işte bir bit yeniği olmalı yahu” diye, epeyce haksız yere hayıflanmıştım. Hatta içimden dedim ki ”hizmetli yardımcısı bana yalan söylüyor, böyle saçma bir şey olur mu bu çağda” demiştim kendi kendime. Birkaç yerden telefon almıştım ve normal numara vermişlerdi iki ayrı kişi de. Ben de sormadım dönüp tekrar onlara “ya neden cep telefonunu vermediniz bana ki” diye. Belki Halet Hanım vermek istememiştir diye düşündüğüm için dönüp sormamıştım aslında onlara. Düşünün yaklaşık 10 yıl önce olan, başımdan geçen bir anı bu…
Neyse efendim böyle kalsa iyiydi, şaşkınlıklar Halet Hanımı tanıyınca bende daha bir orjinalleşti! Bir gün telefon ettiğimde telefondaki hizmetli demesin mi “Halet Hanım şu an burada, sizinle görüşecek” diye. Sevindim tabii. Kendimizi tanıttık, selam sabah ardından bir hafta sonrası için görüşme gününü, saatini aldık. Arnavutköy/Kuruçeşme adresindeki o meşhur yalısına geldim. Beni ikinci kata, yanına çıkardı yardımcısı. Sonra Halet Hanım geldi, çay ikramı, selam sabah ardından başladık konuşmaya, sohbete…
Ama yalıdan içeri girdiğimde ikinci şaşkınlığım başladı. Ne gördüm dersiniz? Bildiğiniz kesilmiş, yarılmış bir köşede yığılı yanmaya hazır soba odunları! Yukarı çıktım bildiğiniz odun sobası! Gürül gürül yanıyor. İstanbul’un göbeğinde, denizin kenarında bir yalı ve yalının içinde odun sobası yanıyor. Yıl 2008’li yıllar. Siz olsanız şaşırmayıp ne yapardınız?
Tabii bu telefon işi, soba iyice kafama takıldı. Röportaj için 2-3 defa yanına gittim geldim. Kimi zaman sağlığı kimi zaman sürpriz yolculukları bir defa da bitirmeme engel oldu o röportajı. Şikayetçi de olmadım. Sonunda bitirdim.
Röportaj esnasında o telefon kullanmama ve şu soba işini de sordum. Kaçırır mıyım bu fırsatı. Cevabı çok merak ediyordum. Normal bir şey gibi gelmemişti bana. Bu konuları sorduğumda verdiği cevabın harikalığını şimdi, günümüze baktığımda daha net görüyor ve onu anlıyorum. Cevaben; “Sezai her insan kendi sistemini kurar, ona göre de yaşamını şekillendirir. Benim için önemli olan günlük ne yapacağımı bilmem, programım var. Öncelik onların. Düzenim ona göre, o işleri aksatmaz isem diğer işlerin benim için hiç acelesi olmaz. Bekleyebilir, acele değil de yavaş yavaş halledilebilir. Fakat bu demek değildir ki medeniyetten, kolaylıklardan Halet sen faydalanma. Bu bir tercih, bana ulaşmak isteyen buradan telefonla da ulaşır. İş telefonum da var, ev telefonumda. Bunlar yeterli. Benim için öncelik işim, sağlığım ve huzurlu yaşayabilmem. Ben böyle huzur buluyorum, herkeste bunu kabulleniyor, ona göre davranıyor. Alışıyor. Biz sabrın ne olduğunu iyi bilen insanlarız, bundan 15 yıl önce cep telefonu mu vardı, ama herkes işini görüyordu, belki biraz geç oluyordu ama oluyordu değil mi istedikleri” demişti. (Devam edecek)