İstanbul sokaklarında, neş'eli çocuk sesleri yükselirken paylaştığım zamanları, sevgiyle hatırlıyorum.
Kurulan bir oyunu, şımarıklığı sebebiyle bozmaya çalışan bir çocuğun, arkasından fırlattığım taş ile başını yaraladığım o gün, evime, sığınağıma kaçmıştım. Evimizdeki konukların arasında, kendimi daha bir güvende hissederek, koltuğun hemen yanından iliştiğim mandolin ile ses yapmadan oyalanıyorken kapı çaldı. Başını yaraladığım çocuk, annesi ile birlikte beni babama şikayet ediyordu. Babam, sakin tavırları ile çocuğun başını pansuman yaparak evlerine göndermişti. Yüreğimin hızlı çarptığı o sıralarda ben, mandolinin mandallarını, hırsla sıkmakla meşguldüm. Penayı, gereğinden fazla gerdiğim tellere vurduğum an, mandolin ikiye bölünmüştü. Bugün dahi hissedebildiğim bir acı ile, o dönemde zorunlu olarak öğretilen blok flüte mahkum edilmiştim. Mandolin ile geçirdiğim son günümde, üst üste gelen yaramazlıklarımın bedelini mi ödedim bilemem ama bir enstrümanın hayatımdan çıkmasına çok üzülmüştüm.
Bugünlerde, İstanbul sokaklarındaki neş’enin, evlere taşındığı bir oluşum var. Musıki aracılığı ile bir araya gelen bir grup müzikseverin, eski geleneklerimizi yaşatırken yaşadığı evler var: Üstadlar, icra edenler, dinleyenler, eşlik edenler ile yaşanan birlik hali. Bu defa Üsküdar sokaklarında bir eve konuk oldum. Öyle bir ev ki, kapı açılıp da buyur edildiğinden itibaren, duvarlarına bakmaktan salona ilerleyemiyorsunuz. Bir eve sığdırılmış “Dünya’nın Enstrümanı”!
Gözlerimle duvarlarda, önce küçük bir boşluk aradım. Pek de başarılı olamadığım bu arayıştan vaz geçtim. Birbirlerine yaslanmış, dünyanın her yerinden gelen enstrümanlar ile sohbet etmeye koyulmak daha zevkli geldi. Özlemle inledikleri şarkıları kulağıma fısıldadılar, ellerinden doğdukları ustalarını yad ettiler, her kuşaktan sahiplerini hatırladılar, icracılarının bedenleri ile bir olurken nasıl hoşnut olduklarından bahsettiler, yeni öğrenenlerin ellerinde çıkardıkları seslere kıkırdadılar, kenarda bırakıldıklarında, üzerlerine düşen hüzünlerinde eğildiler, bir çocuğun eline düştüklerinde, incinmekten daha çok sevindiklerinden söz ettiler, tellerinin üzerinde gezinen parmakların, aradığı sesleri bulduğundaki sevince, nasıl ortak olduklarından bahsettiler, eksiklerinin giderilmesinde zamanın gerisinde kalanlar, onarılamayacaklarından korktuklarını söylediler, minyatür olanlar fark edilebilmek için oldukça gayretlendiler, ait oldukları ülkelerden çok uzaklarda olanlar, artık icra edilemeyeceklerini düşündüklerinden hüzünlendiler. Ve birden hepsi coşkuyla bağırışmaya başladı:
“Üzülme çocuk! Biz bir arada olduğumuz için çok mutluyuz!
Gülümsedim. Mandolin ile yaşadığım anımı anlattım. Gülüştüler.
“Sen bize sakın dokunma” dediler.
Ayrı evlerden, ayrı hayatlardan gelen güzel insanlar ile birlikte şarkılar söyledik. Duvarlarda, hoşnut halleriyle tüm enstrümanlar, bizi sessizce dinledi. Bazıları ise üstadların ellerinde, coştukça coştu.
Musıkiye dair herşey, bir aradaydı. İnsan sesi ve ruhu, enstrüman sesi ve ruhu ile bir bütün olmuştu. Yükselen sesler, semaya yolculuk halinde iken birbirine gülümseyen yüzler arasında olmaktan çok mutluydum.
Dünün mandolin hikayesine, bugün, Klasik Kemençe’yi eklediğime sevindim!