Sonsuz cennet nimetleri içinde her şey serbestken, "şu meyveden yemeyiniz" denilmişti de Âdem Babamız ile Havva Validemiz sürekli o yasak meyvenin tadına mı bakmak istemişlerdi? Elbette ki hiçbir şey kendiliğinden vuku bulmaz. Allah'ın sonsuz güç ve kudretiyle dünya (fani) âlemi yaratılmış ve insan bu âlemde sınava tabi tutulmuştur. O yasak meyveye dokunmak, bir yandan insanın içindeki zafiyete işaret ederken, diğer yandan hukukullahın gerçekleşmesine bir vesileydi.
Hiçbir şey kendiliğinden zuhur etmez. Sebepler zinciri tamamlandıkça meydana gelir. İnsanlığın bilmesi gereken, ihtiyacı olan bir şeyin bulunması ve keşfedilmesi, bu sebeple vesileye muhtaçtır. Vesilesiz hiçbir zuhurat mümkün değildir.
Kamer Suresi 49 ve 50. ayetlerde şöyle buyrulur: “Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye (kadere) göre yarattık. Ve bizim buyruğumuz tektir, göz açıp kapayıncaya kadar olup biter.” Yaratılan, mevcut olan her ne varsa, her şey Allah (cc) tarafından bir ölçüye, bir kadere bağlı olarak yaratılmıştır. Türkmenistan'ın Zemahşer kasabasında dünyaya gelmiş, eserlerini Arapça yazmış olan ilim ve irfan sahibi Zemahşeri, “el-Keşşaf” adlı eserinde bu hususta şöyle der: “Her şeyin hikmetinin gereklerine uygun biçimde sağlam, belli bir düzen ve denge içinde” yaratıldığı ya da “Allah’ın ezelî ilminde mâlûm ve kayıtlı olan şekle göre” var edildiği belirtilir. Allah’ın buyruğunun göz açıp kapayıncaya değin yerine geleceği ifade edilir. Allah'ın yaratma gücünü, dilemesini ve iradesini belirleyecek veya etkileyecek hiçbir güç yoktur. Allah (cc) hiçbir şeye muhtaç değildir. Yaratması süreklidir; her şeyi görüp gözetir. Hiçbir ağaçtan yaprak O'nun iradesi dışında düşmez, hiçbir çiçek açmaz, hiçbir meyve vermez. Her şey O’nundur ve O’nun dilemesiyle gerçekleşir.
Bursa, Orhangazi Emekli Müftülerinden Yusuf Şahin Hoca Efendinin önemli bir değerlendirmesini ufak dokunuşlarla sizlerle paylaşmak istiyorum. Şahin Hoca şöyle kaleme almış: “Anne karnındaki bir çocuğun ağzı, gözü, kulağı, eli, ayağı vardır. Hâlbuki bunların hiçbirine orada lüzum yoktur. Orada çocuk, gıdasını göbeğinden annesine bağlı bir hortumla almaktadır. Şimdi bu çocuk, 'Ya Rabbi, şu hortum bana yetmektedir. Peki, şu ağza, göze, kulağa, ele ve ayağa ne lüzum vardı? Hiçbir işime yaramamaktadırlar' dese, Allah'tan şöyle bir cevap alacaktır: 'Acele etme kulum, aklının almadığı şeye de müdahale etme. Sen kısa bir müddet sonra öyle bir âleme gideceksin ki; burada en kıymetlim ve 'her şeyim' dediğin hortum, orada hiçbir şeye yaramayacak, kesilip atılacak. Lüzumsuz sandığın ağız, göz, kulak gibi şeyler de en lüzumlu cihaz durumuna geçecek.' O çocuk bu gerçeklere inanmasa ve bir inkârcı olarak dünyaya gelse, hakikaten hortumun işe yaramadığını, ebenin onu kesip kaldırıp attığını ve lüzumsuz sandığı ağız, göz gibi cihazların devreye girdiğini, onlarsız olunmayacağını görse utanır mı, utanmaz mı? Elbette utanır ve dediklerine pişman olur. İnanmadığı için dizlerini döver mi, dövmez mi? Elbette döver. Son pişmanlık bir işe yaramaz.
Şu anda biz de, tıpkı o çocuk gibi bir ananın karnındayız. 9 ay, 9 sene, 90 sene veya daha fazla yaşadık. Eninde sonunda bir başka dünyada doğmak üzere kabir istasyonunda beklemeye alınacağız. (Ölünce bir an evvel kaldırıp gömmek için en yakınlarımız, oğullarımız, kızlarımız, kardeşlerimiz yani eşimiz dostumuz bir araya gelip kabristana götürecekler). Oradan da yeni bir dünya yurduna götürülmek üzere uyanacağız. O dünyanın adı "Ahiret" yurdudur. Biz şu anda dünya anamıza maddi hortumlarla, midemiz ile bağlı durumdayız. Eğer biz şimdi burada; İşte geçinip gidiyoruz Ya Rabbi desek; Şu Namaza, oruca, hacca, zekâta, dine, imana, İslâm'a, ibadete, hayâ’ya, edebe, iffete, namusa ne lüzum var? Rabbimizden şöyle bir cevap alacağımız muhakkaktır:
Ey kullarım! Kısa bir müddet sonra bu dünyadan çıkacaksınız. Öyle bir âleme götürüleceksiniz ki; orada 'her şeyim' dediğiniz bu maddi hortumlarınız hiçbir işe yaramayacak. Lüzumsuz sandığınız namaz, zekât, hac gibi ibadetler ile namus, iffet, hayâ ve edep gibi değerler hayatınızın en lüzumlu şeylerine dönüşecek. Orada insanlara; arabalarına, paralarına, rütbelerine, güzelliklerine, güçlerine, servetlerine ve suretlerine göre değil; kalplerine, amellerine, ibadetlerine, namazlarına, zikirlerine, dualarına, dahası hayâ, iffet, edep ve namuslarına sahip çıkıp çıkmadıklarına göre değer verilecek. Yani namazınız, zekâtınız, orucunuz, haccınız, hayırlarınız, iffetinize, namusunuza, edebinize ve hayânıza, dünyadaki yaşantınız, ahirette sizin için en kıymetli olanlar olacak. El, ayak, dil, dudak, villa, havuz, senet, berat, uçak, sonsuz zenginlik ve saadet kısaca Cennet olacak. Keşke inansaydık, keşke namazımızı kılsaydık; orucumuzu tutsaydık; zekâtımızı tam verseydik; Allah (cc) için yaşasaydık demenin faydasının olmadığı bir yerde bulunacağız. Ölmeden önce bunları yerine getirmek, kâmil insanların, akıl ve idrak sahiplerinin yani müminlerin işidir. Keşkelerin bir anlamının olmadığı bir âleme yürümüş olacağız. Peygamber Hz. Muhammed (sav)'in yolunda yürüseydik, keşke demek bize bir şey kazandırmayacak. Şimdi, elimizde imkânlar varken, yaşıyorken, ölüm kapımızı çalmamışken Allah'a ve Resulüne yönelmemiz icap ediyor. Enfal Suresi 20. ayeti kerimede bu durum bize şöyle haber veriliyor: “Ey iman edenler! Allah ve Rasulüne itaat edin, söylediklerini işittiğiniz halde ondan yüz çevirmeyin.” Müslim'de zikredilen bir hadisi şerifte, keşke demenin bir anlamının olmadığını bizlere hatırlatarak Rasulüllah Efendimiz şöyle uyarıyor: “Eğer başına bir iş gelirse, ‘Keşke şöyle yapsaydım; o zaman şöyle olurdu.’ deme. ‘Allah’ın takdiri böyleymiş; O dilediğini yaptı.’ de. Zira ‘Keşke şöyle yapsaydım.’ sözü, şeytanın vesvesesine yol açar.” Bakınız, bu konuyla ilgili birçok ayet ve hadis mevcut. Yalnızca kişinin dosdoğru olması, sırat üzere bir ömür sürmesi isteniyor. Pişmanlıkların faydasız olduğu haber veriliyor. Fatır Suresi 37. ayeti kerime, keşkelerin anlamsızlığına ve vakti doğru kullanmak gerektiğine işaret ederek şöyle haberdar ediyor: “Ve onlar orada, ‘Rabbimiz! Bizi çıkar da yapmış olduklarımızdan tamamen başka, iyi işler yapalım’ diye feryat ederler. Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Üstelik size uyarıcı da gelmişti. Şimdi tadın bakalım! Zalimlerin hiçbir yardımcısı da yoktur!” Vaktin sahibi, hayatın sahibi, mevcudatın sahibi Allah'tır. Ona kullukta geri durmamak akıl sahiplerinin işidir. Asli Vatan’a dönmeden önce orada verdiğimiz sözü hatırlayarak huzura hazırlıklı çıkmamız icap ediyor. Bir makama gidecek olan kişi her şeyiyle hazırlanır. Üstünü, başını, giyim ve kuşamını ona göre hazırlar, giyinir ve kuşanır. Neler söyleyeceğini, meselesini nasıl aktaracağının metnini yazar. Makama giderken eli boş gidilmeyeceğini düşünerek en kıymetli-pahalı bir hediye götürmeyi düşünür. Dünya dediğimiz bu geçici âlemde bir makamı, bir talebi, bir isteği arz etmek için bu kadar özen, gayret, tedirginlik ve endişe yaşayan insanın, yaratıcısına -Rabbine- karşı ibadetlerini yapmaması, vurdumduymaz halleri akıl sahipleri için düşünülmeye değerdir.
Ölüm gelmeden ölüme hazırlıklı olmanın yolu kuşkusuz kulluktur. Kul, gününü ve ömrünü berbat edecek hallerden, yüzünü kızartacak durumlardan uzak durmalıdır. Akıl sahipleri bilir ki dünya sahiplenilecek bir yer değildir. Geçici bir süreliğine kullanmak ve müminlerden olabilme fırsatı için burada misafirlikteyiz. Vakit varken, yaşıyorken Allah’a kul, Habibi Kibriyası Muhammed Mustafa'ya (sav) ümmet olma fırsatını değerlendirmeliyiz. Unutmayalım ki, "dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir."