Siz de farkettiniz mi, bilmiyorum. Herhangi bir arkadaş sohbetinde, hele bir de sofra başında veya çaylı kahveli bir ortamda isek, muhakkak konuştuğumuz üç konu vardır: siyâset, futbol ve din.
Bu yazı dizisinin bir önceki maddesini (Madde-12) yazalı bir ay olmuş. Ama Türkiye gibi bir ülkenin insanları olarak, toplumsal yapımız bizi dönüp dolaşıp merkezinde din olan konulara getiriyor.
Siz de farkettiniz mi, bilmiyorum. Herhangi bir arkadaş sohbetinde, hele bir de sofra başında veya çaylı kahveli bir ortamda isek, muhakkak konuştuğumuz üç konu vardır: siyâset, futbol ve din. Herkesin hem “çok bildiği” hem de yeni şeyler öğrenmek istediği(!) bu üç konunun arasında, dinin payı daha büyüktür. Din, hem çok “bilinen” hem de çok tartışılan bir konu olarak sâhip olduğu câzibe sebebiyle hem her zaman gündem oluyor, hem de suistimâl edilen konuların başında geliyor.
Biz istediğimiz kadar din ile devlet işlerini ayırdığımızı iddia edelim, mesele kanun maddesi olarak yazınca çözülmüyor. Din, siyâsî siyâsî emeller, ya da maddî amaçlar uğruna kullanılıyor. Son birkaç haftaya baktığımızda bir ilâhiyat profesörünün linç edilmesiyle tekrar gündeme gelen din konusu, artık “panayır gösterisi” hâline gelecek kadar sulandırılan ve onca uyarıya rağmen hiçbir önlem alınmadığı için itibarsızlaştırılan başta “tasavvuf” olmak üzere “Mevlânâ”, “mevlevîlik”, “semâzen” kavramlar üzerinden, “mızrak çuvala sığmıyor” seviye gelindi.
Bu gizlenemez seviyesizliğin baş sorumluları, bu konuda kendilerine makam ve mevki uyduranlar ve onların üzerinden rant elde edenlerdir. Yâni mesele, tam da Madde-13 olarak değinmek istediğim maddiyat; başka bir deyişle “cüzdan” ve “banka hesâbı” meselesidir.
Neden maddiyat?
“Dinî görünümlü” grupların, gerçekte dinî olmayıp görüntüde dinî olduklarını anlamanın en somut yöntemi maddiyâta nasıl bakıldığıdır. Daha önceki maddelerde ele aldığım, niceliğin niteliğin önüne geçmesi hastalığı, maddiyatta daha bâriz hâle gelmektedir. Bunun sebebi, maddiyâtın bölüşülmesindeki anlaşmazlıktır.
Ancak maddiyâtı paylaşmadan önceki safhaların da bilinmesi gerekir. 11 Ekim 2020 târihli ve “Tarîkat ve cemaatleri fakirliğe mahkûm etmek” başlıklı yazımda da belirtiğim gibi, birilerinin dinî faaliyet gösteren kurumların ve bu kurumların kuran kişilerin zengin olmasından rahatsız olması ve bu kurumların birilerine el açacak hâlde olmalarını savunmaları, maddiyat konusuna çarpık bir açıklama getirilmesine sebep olmaktadır.
Kendi zenginliğini hayır işlerine harcamaktan çekinip, cebini doldurmak ve banka hesabını kabartmak isteyenler, en kolay yol olan uyduruk tarikat ve cemaat işine girmektedir. Dolayısıyla bu gruplarda "parayı bastıran" en öne geçer. O rengârenk banknotlar veya yeşil yeşil Amerikan dolarları, çoğu kutsal addedilen öpülen kitaplardan daha “önemli” kâğıtlar hâline gelir.
Düğünde para savurur gibi
Bâzı sonradan görmüşlerin düğünlerde yaptığı gibi, balya balya paraları savurup hava atmak isteyenler, belki düğün ortamlarında normal karşılanabilir. Düğünün video kaydında gözükmek için yapılan bu gösteriş, özellikle düğünün müzisyenlerinin bahşiş hânesine yazılır.
Ama aynı niyet ve tavır, sosyal bir grup içinde, hem de dinî bir görüntü içinde yapılırsa ve itibar(!) görürse, bunun bizim kültürümüzde karşılığı “Ye kürküm ye”dir. Nasrettin Hoca’nın fıkrasındaki gibi, ehliyet ve liyâkat, kıdem, emek görmezden gelinir. Doğruyu bilen ve doğruyu söyleyen değil, parası olan ve "bağış yapan" itibar görür. Hemen baş köşeye oturtulur; fikri sorulur, onayı alınır. Aslında bu gibilerin fikri yoktur ve onların onay vereceği işler yapılır. Böylece yoldan çıkılır.
Sâdece zenginlik yetmeyince
Para kazanmak ehliyet ve liyâkat kazanmaktan daha kolay olduğu için ve “değirmenin suyunu sormak” pek akla gelmediği için, paranın açtığı yol daha çok tercih edilmektedir. Başka hiçbir özelliğe sâhip olmayıp sâdece ama sâdece zengin olup lüks hayat yaşamak; pahalı arabalara binmek, mâlikâlerde oturmak, marka düşkünü olmak bir zaman sonra tatmin etmeyince, bâzıları çevre, ekoloji, açlık, nesli tükenen canlılar gibi seküler konulara ilgi göstermeye başlarken, bâzıları da “hem dünyâlık hem âhiretlik” işler yapıp akıllarınca kendilerini sağlama almayı tercih ederler. Bir de “haram parayı helâlleştirmek” gibi bir fetva sevdâsına kapılıp, elde ederken düşünmedikleri helâl ve haram kavramlarını, nedense harcarken hatırlarlar.
Bu tipler, paralarıyla ön plâna çıktıkları ortamlarda “Nasıl zengin oldunuz?” gibi sorulara muhatap olmayınca, kısa zamanda “sütten çıkmış ak kaşık” hâline geldiklerini zannederler. Ama işin vahâmeti bununla da kalmayıp, başkalarına da “Böyle yapın” mesajı verilmesine zemin hazırlarlar.
Haramdan helâl çıkmaz
Yasa dışı işler yapıp kazandıkları paraları aklamaya çalışanlar gibi, bâzı insanlar da haram kazanç elde ederken işledikleri günâhlardan Allah indinde tövbe edip kurtulmak yerine, bol sıfırlı bağış makbuzlarını sevenlerin “hayır” duâlarının peşinden koşmayı tercih ederler. Çünkü bilirler ki, tövbelerinin kabûl olup olmadığı hemen belli olmaz. Ayrıca tövbeyi bozma ihtimâli de vardır. Oysa tabelasından başka hiçbir şeyi dinî olmayan gruplarda yapılan bağışlar, hemen oracıkta karşılık bulur ve itibâr getirir. Ancak şunu bilmezler ki, bir damla temiz su, bir bardak dolusu pis suyu temizlemeye yetmez, ama bir damla pis su, bir kova dolusu suyu pisletip necis yapmaya kâfidir.
Piyangodan çıkacak ikrâmiyenin helâl olmadığını bildiği hâlde, ikrâmiye çıkarsa câmi yaptırıp helâl hâle getireceğini zannederler olduğu gibi, “Nasıl zengin oldunuz?” sorusuna utanmadan cevap veremeyenler, bağış yaparak bu utançlarını kuldan saklasalar bile, Allah’tan saklamayacaklarını da bal gibi bilirler.
İster şeriat seviyesinde, isterse tarîkat seviyesinde olsun; din üzerinden para kazanmak için, kendine “hoca”, “efendi”, “şeyh”, “mürşit”, “postniş” isimler ya da “ruh vekili”, “mânevî vâris” gibi uyduruk isimler veren kişilerin ve onların peşinden gidenlerin bilmesi gereken şeylerin başında şu gelmektedir. Allah adına, Peygamber adına ya da Hz. Mevlânâ adına suistimâller yapanların, rezil olmaları fazla zaman almaz. Adı veya sanı, soyu ya da sopu ne olursa olsun, rezil olmayı hak edenin hesâbı bu dünyâda görülmeye başlar. “Yâ Fatma, babanın peygamberliğine güvenme” diyen bir peygamberin ümmeti olduğumuzu hiç unutmamalıyız.