Cevabı yazının sonuna bırakmayalım: İnsanın kaybetme refleksi, kazanma refleksinden daha güçlüdür.
Maaşlı çalışan olduğunuzu ve ayın sonunda patronunuzun, herhangi bir nedenle maaşınızdan bin lira kestiğini düşünelim. Ne olur? Kızarsınız, üzülürsünüz ve mutsuz olursunuz. Tersini düşünelim, patronunuz maaşınıza bin lira artış yaptı. Bu durumda da sevinirsiniz ve mutlu olursunuz. Şimdi sorumuza gelelim: Acaba elimizdeki varlık azalınca yaşadığımız mutsuzluk mu yoksa elimizde olmayan bir varlığı kazanınca yaşadığımız mutluluk mu daha güçlüdür? Diğer bir ifadeyle elimizdekinin kaybı mı yoksa elimizde olmayanın kazancı mı bizi psikolojik olarak daha çok etkiler?
Cevabı yazının sonuna bırakmayalım: İnsanın kaybetme refleksi, kazanma refleksinden daha güçlüdür. Yani içgüdüsel olarak elimizde olanı yitirme kaygısı ve bunun verdiği elem ve mutsuzluk, elimizde olmayanın kazanılmasının sevinci ve bunun sağladığı haz ve mutluluktan daha güçlüdür.
Davranış bilimlerinde ‘kayıptan kaçınma refleksi’ olarak bilinen bu durum, başta ekonomi olmak üzere özellikle reklam, halkla ilişkiler, müşteri ilişkileri, pazarlama ve siyaset alanında kullanılmaktadır. Örneğin satılmak istenen ürün ya da hizmetin müşteri tarafından ücretsiz denenmesi sağlanır ki müşteri sahip olduğunu kaybetme endişesine girsin ve pazarlanan şeyi kolayca alsın. Siyasiler de yeni şeyler vadetmeden önce seçmenin elindeki hazır değerlerin, düzenin ve özellikle istikrarın korunacağı ve devam ettirileceği sözünü verir.
Klasik ekonomi teorisi; işletmeyi kâr amaçlı bir kurum, insanı da kendi maddi kazancını artırmaya çalışan canlı olarak görür. Öyle ki ünlü iktisatçı Jeremy Bentham insanı; homo economicus yani kendi çıkarlarını maksimize etmeye çalışan ve haz arayan rasyonel canlı olarak tanımlamıştır.
TÜKETMEK İÇİN ÇALIŞAN İNSAN
Tarım toplumunun üretmek için çalışan insan modeli, sanayi toplumunda kazanmak için çalışan insan modeline dönüştü. Bilginin temel güç ve ana sermaye olmaya başladığı bilgi toplumunda ise tüketmek için çalışan insan modeli hedeflenmiştir.
İleri teknoloji, dijital iletişim ve sanal ortamların hâkim olmaya başladığı günümüzde insanın karar verme sürecinde tüketim alışkanlıklarının belirleyici olmaya başladığı bilinmektedir. İnsanın tüketim davranışı, gerçek ihtiyacının ötesine geçtikçe birey, aile, kurum ve toplumların ruh sağlığı da yıpranıyor ve zayıflıyor. İşte bunun içindir ki hemen her alanda olduğu gibi ekonomide de psikoloji ve davranış bilimleri giderek önemli bir uygulama alanı bulmaya başlamıştır.
Hemen her alanda olduğu gibi ekonomide de salt rasyonalite odaklı geleneksel bakışın yeterli olmadığı anlaşılmaya başlanmıştır. Nitekim ekonominin özellikle dalgalı seyir izlediği kriz dönemlerinde klasik iktisat teorilerinden hareketle yapılan tahminlerin, giderek daha çok yanıldığını görmekteyiz. Çünkü insanın ekonomik tercihlerinde ve satın alma kararında, duygularının ve davranışlarının, rasyonel ekonomik verilerden daha belirleyici olabildiği bilinmektedir. Özellikle kriz dönemlerinde duygularımız daha belirleyicidir. Davranışsal ekonomi, iktisadi psikoloji, beşeri ilişkilerin giderek yaygınlaşması da bundandır.
Davranışsal ekonomi; bireyin tercih ve kararlarında duygusal ve davranışsal faktörlerin etkilerine odaklanmıştır. Zira geleneksel iktisadın salt maddi kazanca yönelerek ihmal ettiği duygusal ve psikolojik faktörlerin etki alanı giderek genişliyor. Ekonominin hâkim kavramı olan rasyonalitenin her zaman geçerli olmadığı ve insanın duygularına göre değişebildiği, krizlerin egemen olmaya başladığı dünyada daha iyi görülmeye başlanmıştır.
İnsani faktörlerin ekonomik kazanç ve haz arayışından daha etkili olduğunu ortaya koyan araştırma verileri bu görüşe öncülük eden Adam Smith’ten günümüze kadar çığ gibi artmıştır. 2017’de Richard Thaler’a Nobel Ekonomi Ödülü kazandıran da(1), davranışsal iktisat alanındaki çalışmalarıdır.
KAYIPTAN KAÇINMA REFLEKSİ
İnsanı harekete geçiren temel güç olan motivasyon; bireyin amacı, isteği, yatkınlığı, menfaati, tercihi, iradesi gibi temel kişilik özelliklerinin etkisi altındadır. Burada arzuların ve iradenin savaşı söz konusudur. Arzu ve çıkar odaklı bir hayatın insanı, aileyi ve toplumu getirdiği nokta bellidir. Dolayısıyla insanın homo economicustan yani çıkar merkezli ekonomik bir insandan ibaret olmadığı, olmaması gerektiği açıktır.
Günümüzde yeryüzünde yaşanan pandemi, ekonomik istikrarsızlık, savaşlar, yoksulluk, çeşitli doğal felaketler gibi olayların neden olduğu insani krizler; bireyin ekonomik tercihlerini de ciddi biçimde etkilemiştir. İnsanlar; sahip oldukları mal, mülk, biyolojik sağlık gibi maddi değerler ile ahlak, adalet, ruh sağlığı, kültür gibi mana değerlerini yitirdikçe daha fazla koruma içgüdüsü ile hareket etmeye başlamıştır. Sahip olduğumuz değerlerde yaşadığımız kayıpların verdiği mutsuzluk, peşinde olduğumuz kazanımların sağlayacağı mutluluğu gölgede bırakacak düzeye erişmiştir.
Sonuç olarak başta ekonomi olmak üzere dünyada yaşanan sorunların çözümünde öncelik, bireylerin hazır değerlerindeki kayıpların önlenmesidir. İnsanların kayıptan kaçınma refleksiyle hangi alanda olursa olsun vaat edilen yeni kazanımlardan çok, ellerindeki hazır değerlerin ve istikrarın sürdürülmesinden motive oldukları unutulmamalıdır. Ve insanlar tercihlerini yaparken akılları yanında giderek uzaklaştıkları, uzaklaştırıldıkları duygularına ve gönüllerine daha çok başvuruyor. Unutulmaması gereken diğer bir nokta ise tüketim arzumuzu, gerçek ihtiyaçlarımızı belirleyen irademiz tarafından disipline etmemizdir.
(1)Thaler, R. H., (2015). Misbehaving: The Making of Behavioral Economics. New York: W.W. Norton & Company.