Bu ülkeden kazandıklarını, hayranı oldukları dış ülkelerde harcayacak kadar kompleksli bu kesime bir şey beğendirmek neredeyse imkânsızdır.
Darbe deyince aklımıza öncelikle “askerî darbeler” gelir. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 ve 15 Temmuz 2016. Kimisi tanklarla, kimisi “post-modern” yöntemlerle ve “demokrasiye balans ayarı” amacıyla, kimisi ekonomiye müdahalelerle yapılan bu darbelerin ve darbe girişimlerinin, aslında bir anlamda hedef saptırma işlevi de vardır. Daha büyük darbelerin üstünü örterler.
Türk insanı olarak gözümüze sokularak yapılan darbelere önümüze konan ilk sandıkta demokratik olarak tepkimizi her zaman vermişizdir. Hâin terör örgütü FETÖ’nün 15 Temmuz’da yapmaya çalıştığı darbede ise elimizi çabuk tuttuk. Ancak bu bâriz darbelerin hâricinde bir de, kurbağanın yüzdüğü kazandaki suyu yavaş yavaş ısıtıp kurbağayı felç etmeye benzeyen darbeler de olmuştur. Bu dolaylı darbelerin daha zararlı olduğunu düşünüyorum. Zira en az iki nesilde oluşan sosyal ve ekonomik birikimi alıp götürmüşlerdir. Ayrıca ardından gelen nesilde de tedirginlik ve güvensizlik yaratmışlardır.
Vecihi Hürkuş, Nuri Killigil gibi Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki girişimcilere yapılan ekonomik ve teknolojik darbeler, hem devlet hem de millet olarak belimizi doğrultmamızı geciktirmiştir. “Biz yapamayız”, “Adamlar yapmış” gibi sözlerle günlük hayatta karşılık bulan bu güvensizlik psikolojisine, devletin içine sızan FETÖ gibi örgütlerin “intihar süsü” vererek öldürdüğü bilimadamları ve bilimkadınlarının mağduriyeti eklenince, üstümüzdeki karabasan gün geçtikçe artmıştır. Bu karabasanın gizlendiği yerler, pasaportunu taşıdığı ve ekmeğini yediği ülkeye ve insanlarına güvenmeyen ve aşağılayan bir kesimin tuttuğu köşebaşlarıdır.
Bu ülkeden kazandıklarını, hayranı oldukları dış ülkelerde harcayacak kadar kompleksli bu kesime bir şey beğendirmek neredeyse imkânsızdır. Yapılan her yatırım ve gelişim hamlesinde bir ârıza arayamayı görev edinmişlerdir. Bakın Adnan Menderes, kendisini idam ettiren bu zihniyeti nasıl anlatmaktadır:
“Esâsen milletçe kalkınmamızın düşmanı kesilmediler mi? Şimdiye kadar memleketin muvaffakiyetlerinden birisini dahi kaale alıp bahsettiler mi? Türk milletinin zekâ ve gayretinin mahsulü olan binbir eserden birisine bile başlarını çevirip baktılar mı? Milletin olan her güzel şeyden birisini dahi benimsemek faziletini gösterdiler mi? Hayır! Aksine olarak her muvaffakiyeti bir felâket, her güzel ve muhteşem eseri zarar diye göstermek için seneler ve senelerdir nasıl çırpındıklarını milletçe bilmiyor muyuz?”
Gelin bu sözleri söyleyen Menderes’i asarak hırsını alamayan ve nefreti bitmeyen bu kesimin daha sonra yaptıklarına bakalım.
Benzinsiz Devrim arabası
27 Mayıs 1960 askerî darbesi olmuştur. Darbenin başındaki isim Orgeneral Cemâl Gürsel, sanki doğal hakkıymış gibi cumhurbaşkanlığı makamını işgâl etmiştir. 1950’lerde Necmettin Erbakan’ın girişimiyle kurulan ama dış sermâyenin vurduğu darbe yüzünden başarısız olan Gümüş Motor’u unutturmak için bir yerli araba projesine girişilir. İmkânsız denen bir süre içinde “Devrim” adı verilen otomobilden üç âdet prototip üretilir. Ama nedense(!), Cumhurbaşkanı Cemâl Gürsel’in katıldığı törende bir “aksaklık” olur ve yeterli benzin konulmamış olan yerli otomobil yolda kalır. Âdeta “yapamayız” diyenleri haklı çıkarmak için bir tiyatro oynanmıştır.
Keçinin yediği Anadol
Kısa bir süre sonra, 1966’ta Koç Holding’in girişimleriyle “Anadol” marka otomobilin üretimi için yatırım yapılır. Başarılı da olur. Bugün dünya otomotiv piyasasında söz sâhibi Hyundai, Dacia gibi markalar henüz atölye seviyesinde üretim yaparken, Vehbi Koç, en iyi bildiği şeyi yapmıştır. Fabrika kurmuş ve yerli otomobili üretmiştir. Ancak küresel sermâye ile ilişkisi her zaman iyi olan Koç Holding’e bile darbe yapılır. Gazetelerde kaportasını keçinin yediği Anadol’un fotoğrafları basılır. Aslında bu, artık çok yaygınlaşmış olan fiberglas kaportanın ilk örneklerinden biridir. Kendine hakaret etmek için malzeme arayan toplum da bu tuzağa düşer ve Anadol’un üretimi kısa süre içinde son bulur.
Doğan görünümlü Şahin
Koç Grubu, Anadol yatırımında aldığı darbenin telâfisini İtalyan otomotiv devi Fiat’ın bâzı modellerini TOFAŞ markası altında montaj sanayi ile üreterek yapar. Fiat 124 ve 131 modelleri; Serçe, Şahin, Doğan ve Kartal gibi isimlerle “yerlileştirilir”. Ama bu arabaların Ar-Ge çalışmaları, “Doğan görünümlü Şahin”den ileri gidemez.
… ve TOGG
Artık işler değişmiştir. Yapılan hatâlardan ders alınmıştır. Oyun kuralına göre oynanmaya başlanmıştır. Meselenin sâdece teknolojik altyapı ve mühendis olmadığı anlaşılmıştır. Yatırımcıyı ekonomik ve siyâsî olarak korumanın yanında, günün ihtiyaçları değil, geleceğin dünyâsına hitap eden şeyler yapılması gerekir.
Şimdi henüz marka adı konmamış olsa da, modellerine isim verilmemiş olsa da, teknolojik açıdan birçok ilki barındıran bir yerli otomobilimiz var. Az benzin koyma gibi komik bir aksaklığın olması münkün değil, çünkü benzin deposu yok. Birileri “Nerede bu araba” diye sorarken gece-gündüz çalışan bir ekibin ortaya çıkardığı, gurur duyduğumuz ve dünya markası olması için her türlü donanıma sâhip bir otomobilimiz var.
Otomobil uçar gider, darbeciler de bakar kalır
Münir Nurettin Selçuk, “Otomobil uçar gider, gönlüm gibi coşar gider” şarkısını söylerken yerli otomobilimiz yoktu ve yapılmaması için darbe üstüne darbe yapılmıştı. Ama şimdiki adıyla TOGG, bu darbe sevdâlılarına vurulmuş en büyük darbedir. Yerli İHA ve SİHA, Atak helikopteri, yerli denizaltı ve uçak gemisi gibi birçok projeyle “başladığı işi bitirme” kültürünü yerleştiren siyâsî irâdenin desteğiyle 2022’de seri üretimine geçilecek olan TOGG’a burun kıvıranlar oldu. Bunlar, Murat Günak gibi Türklerin tasarladığı Mercedes ve Peugeot marka otomobillere Alman ve Fransız arabası olarak binip, TOGG ile “farları da varmış” diye kendilerince dalga geçtiler. Ama acaba iki yıl sonra bu otomobili caddelerde ve sokaklarda görünce ne düşünecekler? Pasaportunu taşıdıkları ülkenin yerli otomobilini, hayran oldukları Avrupa’da satıldığını görünce hayran olacakları yeni bir şeyi şimdiden aramaya başlasalar iyi olur.