Daha doğrusu önceleri tartışılan konu iddianın kendisiyle ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iddiayı kesin bir dille ret ederek, “hodri meydan” demesinin ardından işin rengi değişti.
İddianın gerçekdışı olduğu ortaya çıkınca tartışma önce kaynak-maynak tartışmalarına, ardından CHP’de iç hesaplaşmalara döndü.
Bu olayda, gazetecilikte etik tartışmaları, gazetecilerin mesleklerini kullanarak siyaseti şekillendirmeye çalışmaları ya da böyle hesaplara alet olmaları ciddi tartışma konuları, ancak bu yazının konusu, Türkiye’nin ana muhalefet partisinin, Türkiye’yi yönetmeye aday bir partinin vahim durumuna dikkat çekmek olduğu için tartışmanın bu yönleriyle ilgili noktalara dikkat çekmek arzusundayım.
Öncelikle tartışmaların odağındaki CHP’nin, Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, selefi Deniz Baykal’a yapılan bir kaset komplosunun ardından bu koltuğa oturduğunu hatırlatmak gerek.
Bu süre zarfında iktidardaki AK Parti ve onun lideri Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik sayısız indirme girişimini de not ettikten sonra Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığı döneminde CHP’deki iki ciddi kırılmaya dikkat çekmekte yarar var.
İlki, katı laik çizgideki CHP’nin muhafazakâr kesime açılma adı altında FETÖ ile yakınlaşma süreci, bir diğeri de yine katı ulusalcı CHP’nin Kürtlere açılma adı altında PKK’nın siyasi uzantısı HDP ile ittifak sürecine girmesi.
Gerek FETÖ’nün gerekse de PKK’nın özellikle son 10 yıldan bu yana ne denli bir aleniyet içinde başta ABD ve bazı Avrupa Birliği üyesi ülkeler olmak üzere batı tarafından nasıl kullanıldığını da kayda geçelim.
Tüm bu gelişmeler birlikte değerlendirildiğinde Deniz Baykal’ın istifa ettirilişinden bu yana CHP’nin nasıl bir zemine oturtulduğu ortaya çıkıyor.
Dolayısıyla CHP’deki son tartışmanın da bu eksende değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim.
Bu son hamle CHP’nin Türkiye karşıtı güçlerden yakasını kurtarma çabalarının boşa çıkartılmasına yönelik bir hamle mi yoksa aynı güçlerin Türkiye’ye karşı yeni hamlelerde CHP’yi yeniden formatlama çabaları mı henüz emin değilim ancak yaşananların CHP’de sadece mevcut klikler arasında bir güç savaşından ibaret olmadığını düşünüyorum.
Öte yandan Kemal Kılıçdaroğlu’nun partisine yönelik bir kumpas karşısında iddialar için önce, “doğrudur, biliyorum” deyip iddiaların gerçekdışı olduğunun ortaya çıkmasının ardından “ben onu demek istemedim” demesi liderlik konusundaki zafiyetini göstermesi açısından oldukça vahim bir durum.
Kılıçdaroğlu’nun bir dediğini daha sonra yalanlaması ilk kez karşılaşılan bir durum değil. Ayrıca siyasetçilerin bu tür çark edişlerine sık sık rastlanması da mümkün ancak burada farklı bir durum söz konusu.
Mevcut durum, Türkiye’nin ana muhalefet partisinin başındaki ismin siyasi öngörüsünün ve yönetme becerisinin zayıflığını ortaya çıkarmaktadır ki bu durum partinin Türkiye üzerinde hesapları olan güçlere karşı ne kadar açık hale geldiğini de ortaya koyuyor.
Şüphesiz Türkiye, bir Norveç, İsveç, Finlandiya ya da dünyanın bir kıyısında kimsenin ilgi göstermediği bir ülke olsaydı bu tip olayları siyasi partilerdeki farklı grupların, liderlik hesabındaki siyasetçilerin güç savaşları olarak nitelendirip tartışmaları da bu eksende yürütmek mümkün olabilirdi.
Ancak söz konusu ülke stratejik ve jeopolitik konumu nedeniyle ABD başta olmak üzere tüm küresel ve bölgesel güçlerin, üzerinde her türlü hesap yaptığı bir ülke olunca durum değişiyor.
Türkiye’yi yönetmeye talip ana muhalefet partisinin lideri de, yönetimi de bu partinin lideri için mücadele edecek siyasetçilerin de çok daha güçlü, çok daha öngörülü, çok daha donanımlı olmaları zorunlu hale geliyor.
Aksi halde mevcut durumda olduğu gibi söz konusu partinin iktidar olamaması bir yana her türlü güç tarafından rahatlıkla kullanılabilir duruma gelmesi de Türkiye için ciddi bir kayıp olur.
Hangi klik veya hangi anlayıştan öte CHP’nin kendi öz yönetimine kavuşması Türkiye’nin en büyük kazançlarından biri olacaktır.