Müslüman mabedinin hususi adı camidir. Cami, "toplayan, bir araya getiren" anlamındadır. İmparatorluk döneminde mahalle aralarında beş vakit namazın edası için yapılmış daha küçük ölçekli camilere mescit denmiştir.
Müslüman mabedinin hususi adı camidir. Cami, “toplayan, bir araya getiren” anlamındadır. İmparatorluk döneminde mahalle aralarında beş vakit namazın edası için yapılmış daha küçük ölçekli camilere mescit denmiştir. Mescit de “secde edilen yer” demektir. Mescit adı yavaş yavaş terk edilmekte, artık her İslam mabedine cami denmektedir. Bursa, Edirne, İstanbul gibi imparatorluk merkezi olmuş şehirlerde padişahlar tarafından yaptırılmış büyük ölçekli camilere de “selâtin camileri” (sultanlar/padişahlar tarafından yaptırılan camiler) denmiştir.
Camiler, hem estetik hem de işlevsel açıdan mükemmel olmasına özen gösterilmiş yapılardır. Bilhassa Müslüman Türkler, camilerin her iki bakımdan da kusursuz olmasına çok önem vermişler, bu yapıların mimarisinde birçok yeniliklere ve orijinalliklere imza atmışlardır. Cami mimarisi Türklerin elinde hat sanatında olduğu gibi güzelliğinin zirvesine tırmanmıştır. Bu yapılar, manevî yönden dinî havayı en güzel şekilde teneffüs etmeye hizmet ettiği kadar, fizikî bakımdan da sağlamlığı ve kusursuzluğu temsil ederler. Bugün bir Süleymaniye’nin, bir Selimiye’nin, günümüzün son derece gelişmiş mimarlık teknolojisi, malzeme bilgisi ve sahip olunan maddî imkânlarıyla dahi inşa edilebileceğine şüphe ile bakılmaktadır. Mehmet Akif, Sinan’ın şaheseri Süleymaniye için bu duruma işaret ederek şöyle diyor: Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir? Onu en çulpa herifler de emin ol becerir. Sade sen gösteriver “işte budur kubbe” diye, İki ırgatla iner şimdi Süleymaniye. Ama gel de kaldıralım dendi mi heyhat, o zaman Bir Süleyman daha lazım bir de Sinan. Camiler, Müslüman Türklerin Anadolu coğrafyasındaki silinmez, kazınmaz mühürleri, bu topraklara sahipliklerinin inkâr edilemez belgeleridir. Lozan müzakereleri sırasında, Yunan delegasyonu ısrarla Edirne’nin Yunanistan’a ait olduğunu iddia ediyormuş. Onlara cevabı Türklerden önce İngilizler vermiş: “Kabul edelim ki Edirne Yunanistan’a ait. Fakat şu dört yüz yıllık Selimiye camiinin varlığını nasıl izah ederiz?” “Camiler, Anadolu’daki Türk mührüdür” sözünün en iyi izahı herhalde bu cevaptır. Camilerin içerdiği manevi ve uhrevi atmosfer ve bunun inananlar üzerindeki müspet etkisi, İslam’ın simgesi olan bu yapıların esas değinilmesi gereken cepheleridir. Cami dışındaki hiçbir mekân ve mabette, camilerdeki aydınlık ve ortam ferahlığı yoktur. Camiler, müdavimlerine huzur ve rahatlık veren, ruhsal dinginlik sağlayan yapılardır. İnsana, Yaratan’ın huzurunda olduğunu hatırlatan bir tesire sahiptir. Kapıdan giren herkes içerde eşittir. Hiç kimsenin, dışarıdaki statüsü ne olursa olsun bir ayrıcalığı yoktur. Samimi bir mü’min, bu mekânda, dünya telaşından, iş güç stresinden bir süre için de olsa tamamıyla soyutlanabilir; kuvve-i maneviyesini tazeleyebilir. Ruhsal ve bedensel olarak dinlenmiş, maişet mücadelesi için moral depolamış olarak oradan ayrılır. Bir gayrimüslim bile camide bir kasvet, bir sıkıntı duymaz. O da ferahlık hisseder. Şilili ünlü şair Pablo Neruda, diplomat olarak ülkesini temsil ettiği Güneydoğu Asya’da (1970’li yıllar) bir yaz günü dışarıda sıcaktan bunalıp yakınındaki bir camiye girmiş. “Cami” diyor, “mavi bir havuza girmişim gibi vücuduma bir rahatlık, ruhuma da huzur verdi.” Bunca önemli işlevi yerine getiren camileri; sıradan bir taş, tuğla, mermer, çini, ahşap vb. malzemelerin ölçülü ve planlı bütünlüğünden oluşan maddi yapılar olarak algılamak çok yanlıştır. Camiler sadece maddi bir yapılar değil, her yanına atalarımızın ruhu, dinimizin maneviyatı sinmiş, derin manevi ve ruhi tesire sahip yapılardır.