Evimizin yanındaki ağaçlar çiçeklendi, meyveye durdu.
Hristiyanlığın cenderesinde yüzyıllardır canı çıkmış olan Avrupa, kurtuluş çâreleri ararken, Auguste Comte ve Saint Simon’un “bilim kilisesi” hevesine kapılıp “pozitif dünya” görüşünün peşine takıldı. Ne olduysa ondan sonra oldu.
Dünyânın evrenin merkezinde olduğu inancı (geosentrik) terk edip, dünyânın güneş etrâfında döndüğüne inanmaya başlayan (heliosentrik) Avrupa insanı, “pozitif bilim” ile hükmetmeye başladığı tabiattan hızla uzaklaşmaya başladı. Dünya merkezli (geosentrik) hayat anlayışından kurtulan Avrupa, yağmurdan kaçıp doluya tutulurcasına Avrupa-merkezli (avrosentrik) bir yaşam şeklinin girdabına kapıldı. Sömürgecilikle de tüm dünyâyı bu girdabın içine çekti. Bu girdabın dibine inmemek için, başka coğrafyaların sırtına çıkıp yukarıda kalmayı şiar edindi ve bunda kendince başarılı oldu.
Kim ne derse desin, bugün dünyânın küresel olarak yaşadığı olumsuz şeyler olumlu şeylerden kat kat fazladır. Bu olumsuz şeylerin başlıca müsebbibi ve suçlusu da Avrupa kültürüdür. Bu kültür, sömürgecilik ve daha sonraki evrede küreselcilik hâline gelen anlayışla tüm dünyâya bulaştı. Avrupa’nın kendisine has “yanlış bilinç”, sömürgecilik ve küreselcilikle tüm dünyâyı – moda tâbirle – “enfekte etti”.
Daha önceki çağlarda da insanlık, tabiata karşı olan mücâdelede üstün gelmiş ama bu üstünlük, hâkimiyet seviyesinde kalmış ve “hegemonya” hüviyeti almamıştı. Hegemonya hüviyeti ile birlikte Avrupa, taşıyan kişiye “dokunulmazlık” kazandıran kimlikler gibi, kuralsız ve sorgulanmaz bir egemenlik elde ettiği hissine kapıldı. Kendi toplumsal yapısı içindeki “sınıf” anlayışını, “demokrasi” ve “insan hakları” gibi kılıflarla halletmiş gibi yapıp, sömürdüğü dünyâyı, üstün geldiği ve egemenlik ilan ettiği tabiattan kopardı.
Ne olduysa ondan sonra oldu sözü için birçok örnek verilebilir. Artık hayat güneşin doğuş ve batış saatlerine göre yaşanmıyordu. Çalışma, dinlenme, uyuma, yeme-içme saatleri ve mevsimleri, dur durak bilmeyen sanayileşmiş hayat tarzında tabiatın şartlarından bağımsız düzenlenmişti. Eskiden tabiata bağlı ve onun bir parçası olarak yaşayan insan, artık güneş ne zaman doğarsa doğsun ve ne zaman batarsa batsın, “mesâi saati” denen bir zaman aralığında çalışıyordu. Tabiat yaprak döküp uyduya dalarken, kuşlar başka yerlere göçerken, insanoğlu yılın her günü aynı saatte çalışmaya başlıyor ve aynı saatte “paydos” ediyordu. Yakın zamâna kadar “mesâi” kavramı, sermâye sâhiplerinin insafına kalmıştı. Bu insaf, kimin kaç yaşından sonra çalışabileceğine de kendi menfaatine göre karar veriyordu. “Çocuk işçiler” Avrupa’da üç nesil öncenin bir gerçeği iken, Avrupa’nın “üçüncü dünya” dediği ülkelerden hâlâ devam eden acı bir gerçektir.
Bu anlayış, kendi hemcinsine yaptığıyla yetinmedi. Diğer canlıların soyunu kurutmaktan yetinmedi. Son iki yüz yıl içinde sâdece Ozon tabakası delinmedi; binlerce hayvan ve bitki yok edildi. Soyu tükenen hayvanlardan özür dilemek için “animasyon filmleri” ile teselli bulan çocuklar, “çevre bilinci” kazanmış(!) oldu.
İnsanlar evde, bahar dışarıda
Batı insanı, tabiatı egemenliği altına aldığı filmin son sahnesine gelip “homo deus” olduğunu ilan etmek üzereyken, birden film koptu ve sinemada ışıklar yandı. Kendini “dünya 5’ten büyüktür” sözünü anlamayan dünyânın zengin ülkeleri, görmedikleri bir güce yenildiler. Pozitif bilimin ne olduğunu günler sonra anladığını ve çâresini henüz bulamadığı bir hastalık yüzünden, dünyâda hayat durdu.
Mars’a yerleşmeyi düşünen insanlık, evinden çıkamaz oldu. Havuzlu, spor salonlu, saunalı milyon dolarlık plazalar, Ortaçağ’da suçluların tıkıldıkları kulelerden farksız hâle geldiler. Bunu anlatmak için hiçbir benzetme ve hiçbir empati yeterli olmaz. Ne Gazze’de dünyâ ile iletişimi kesilen Filistinliler, ne evi bombalanmış Suriyeliler, ne kimlik bile verilmeyen Keşmirliler, ne birgün sonra ne yiyeceğinden emin olmayan Afrikalılar, ne Yemenliler, ne Doğu Türkistanlılar bu yaşananlara örnek olabilir.
Evimizin yanındaki ağaçlar çiçeklendi, meyveye durdu. Mimozalardan sonra mor salkımlar da açmak üzere. Ama biz insanlar bunların sâdece uzaktan görüp seyredeceğiz. Tabiat, bizim yüzyıllardır ona yaptıklarımıza rağmen kendi düzeni içinde, hatta bu sene daha rahat bir şekilde varlık sebebine riâyet ediyor. Tabiat sanki biz insanlar dünyâda hiç var olmamış gibi davranıyor. Tiyatrolar seyirci gelmezse, AVM’ler müşteri gelmezse, okullar öğrenci yoksa açılmaz. Ama tabiat, içinde biz insanlar olalım ya da olmayalım, kendi düzeni içinde hiç aksamadan uyanıyor. Hiçbir çiçek, insanlar görmeyecek, koklamayacak diye açmamazlık ve kokmamazlık yapmıyor. Her bir mahluk kendi vazifesini yapıyor. Biz insanlar hâriç, çünkü bir parçası olduğumuz tabiattaki vazifemizi unutalı çok oldu.
İnsanat mekânları
Hayvan hakları savucularının gayretleriyle kapital hayvanat bahçelerinde kafes altında tutulan hayvanların nasıl hissettiklerini bilemeyiz. Ama artık dışarıda uçan kuşa, gezinen kediye köpeğe, açan çiçeğe, uzaktan ve çıkamadığımız evlerden bakmakla yetiniyoruz. Çocuğunu küçükken ihmâl eden baba veya annenin seneler sonra bunu telâfi edemeyip çâresizlik içinde kıvranması gibi kıvranıyoruz. Bunu bile yine tabiattaki diğer canlılar için değil, kendi hayâtımız için yapıyoruz. İnşallah ders alırız.