Bu boğazlar ve kanallardan geçişler, uluslararası antlaşmalar çerçevesinde düzenlenmiştir.
İkinci Dünya Savaşı sürecinde dönemin Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu Sovyet Rusya’yı ziyaretinde liderleri Stalin ile de bir araya gelir. Saraçoğlu’na oldukça sıcak yaklaşan Stalin: “Umarım Boğazların anahtarını yanınızda getirmişsinizdir.” der. Saraçoğlu ise kendinden emin bir ifade ile: “Maalesef ekselansları Atatürk Boğazların anahtarını beraberinde götürdü.” cevabını verir.
Dünyaya hükmetmek isteyen devletler, boğazlar üzerine yönelmişlerdi. Dünyada stratejik öneme sahip 30 boğaz bulunuyor. Bunlardan en önemlileri; Akdeniz’i Atlantik Okyanusuna bağlayan Cebelitarık Boğazı, Baltık denizini Kuzey denizine bağlayan Danimarka boğazı, Atlantik’i Pasifik’e bağlayan Şili ve Arjantin arasında yer alan Macellan Boğazı, adına kısaca Türk boğazları denilen, Karadeniz’i Akdeniz’e bağlayan İstanbul ve Çanakkale boğazlarıdır.
Boğazlarda Türk hakimiyeti
Bu boğazlar ve kanallardan geçişler, uluslararası antlaşmalar çerçevesinde düzenlenmiştir. Ticaret ve savaş gemilerinin geçişi ile ilgili en uzun süreli tartışmalar, İstanbul ve Çanakkale boğazları üzerinde gerçekleşmiş, dolayısıyla dünyada “Boğazlar Meselesi” denildiğinde “Türk Boğazları” anlaşılmıştır. Türklerin mutlak hakimiyet altında tuttuğu 1453-1774 yılları arasında Karadeniz’de dahil Boğazlar, yabancı bayrak taşıyan bütün ticaret ve savaş gemilerine kapalıydı.
Rusya’nın Bizans’ın varisi olma hayali
Boğazların bu statüsü, ilk olarak Çarlık Rusya’sı tarafından zorlanmış, sıcak denizlere inme amacı ve 3. Roma iddiası, tarihte adına Boğazlar Meselesi denilen sorunun ortaya çıkmasında ana nedenlerden biri oldu. Osmanlı döneminde Boğazlar meselesi, Rusya faktörü sebebiyle ortaya çıkmıştı. Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında Ruslar, Altınordu devletinin otoritesi altındaydı. Timur’un 1395’te Altınordu hükümdarı Toktamış’ı yenmesiyle Toktamış’ın oğulları taht kavgasına başlayınca bundan yararlanan “Moskova Büyük Knezliğ” bağımsızlık savaşını başlattı.
Rusya devleti ilk olarak bir kara devleti olarak ortaya çıkmıştı. Güçlü ve zengin bir devlet olmanın yolu, denizlerde sınır olmayı gerektirdiğini bilen Ruslar, ilk fırsatta denize çıkış yolu arama politikası başlattılar. Rusların Osmanlı’yı ortadan kaldırmaya yönelik büyük idealini Bizans varisliğiydi. Kokunç Ivan kendisini Bizans’ın varisi görmesiyle, Roma imparatorlarının ünvanı Ceasar’dan bozma “Tsar”, Çar ünvanını aldı. Hatta bu ünvandan hareketle Ruslar, İstanbul’a “Çarigrat” Çarın şehri ismini verdiler.
1917 Bolşevik Devrimi olmasaydı İstanbul ve Boğazlar Ruslara bırakılacaktı
Sevr Antlaşmasının 19 Ağustos 1920’de İstanbul hükümeti tarafından onaylanması sonucunda 1841 Londra Boğazlar Antlaşması resmen ortadan kalkıyor, Boğazlar ve İstanbul’un yeni bir statü olarak, Milletler Cemiyetinin kontrol ve garantörlüğünde serbestlik, serbest şehir veya uluslararası statü verildi. Bu süreçte İngiltere Başbakanı Lloyd George, Kıbrıs ve İstanbul’u içine alan Boğazlara egemeni Korfu adasından İzmir’e kadar büyük bir çemberle Ege denizi çevreleyen büyük bir Yunanistan’ı hayal ediyorlardı. 10 Nisan 1915’te İngiltere-Fransa-Rusya arasında İstanbul Antlaşması imzalanmıştı. Buna göre İstanbul ve Boğazlar Rusya’ya bırakılacaktı. Fakat Rusya’da 1917’de gerçekleşen Bolşevik Devrimi neticesinde Çarlık döneminde yapılan tüm anlaşmalar geçersiz sayıldığı için bu anlaşma da yürürlüğe girmemiş oldu.
Anadolu kilidinin altın anahtarı boğazlar
Bu şartlar ve idealler altında toplanan Lozan Konferansında çözümü bekleyen ve emperyalist devletlerin iştahını kabartan meselelerden biri Boğazlar sorunuydu. Çünkü Boğazlar Anadolu kilidinin altın anahtarıydı. Özellikle İngiltere ve Fransa arasında Boğazlar üzerinde güçlü bir rekabet vardı. Çünkü bu devletlerden hiçbiri bu önemli su yolunu diğerinin kontrolüne bırakma niyetinde değildi.
ABD’nin Boğazlar ile alakalı Lozan Konferansındaki görüşleri dikkate değer. ABD’ye göre savaş ve barış zamanında Boğazlar açık kalmalı ve Karadeniz’de ticari geleceği sadece denize kıyısı olan devletlerin gözetimine bırakılması kabul edilemezdi. Bütün dünya ülkeleri bundan faydalanmalıydı. Çünkü sadece bir devletin Boğazlara hakim olması ABD’nin o dönemde dünya siyasetine aykırıydı.
Boğazlardan Türk askerinin çekilmesi, Türkiye’nin yeni bir işgale hazırlığıydı
Nitekim Lozan Boğazlar Sözleşmesinde Boğazları kontrolünün uluslararası bir komisyona bırakılması kararlaştırıldı. Komisyon Milletler Cemiyetine bağlı olsa da mevcut statü olası bir yeni savaş durumunda Türkiye’nin boğazlar yoluyla savunmasını zorlaştırıyor ve işgale uygun hale getiriyordu. Bu nedenle derhal Boğazların tekrar millileştirilmesi yönünde uygun uluslararası ortam sağlanmalıydı.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile kurulan hassas dengenin garantörü Türkiye’dir
Doğu Akdeniz’de “Mare Nostrum” yani “bizim deniz” prensibiyle hareket eden Mussolini İtalya’sının Habeşistan’a saldırması İngiltere’nin imparatorluk yolunu tehdit ederken, Hitler’in Versay Antlaşmasını bozarak Ren bölgesini silahlandırması, Türkiye’ye bu sisli ortamdan faydalanma ve Boğazlar meselesini yeniden masaya getirme imkanını vermişti. Nitekim 1936 senesinde Atatürk ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın titiz mesaisiyle Montrö Boğazlar Sözleşmesinin imzalanmasıyla uluslararası komisyonun yetkileri Türkiye’ye devredildi. Boğazlar üzerinde silahsızlandırılmış statüsü kaldırılarak, üzerinde Türkiye’nin egemenliği tesis edildi. Montrö Sözleşmesi, Türkiye’nin ve Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin güvenliği ile Karadeniz’de kıyısı olmayan devletlerin çıkarları arasında kurulan üçlü dengeye dayanıyor. Türkiye sözleşmede yer alan hükümleri uygulayan ve bunları denetleyen tek makamdır.
Hülasa
Bir yandan Akdeniz diğer taraftan Karadeniz’in suları ısındırılırken, Türk Boğazlarının güvenliği daha önem kazanıyor. Sözleşme hükümlerine bağlı olarak bugün ABD donanmasının girip de kalamadığı tek denizin Karadeniz olduğu ve Rusya ile bölgesel hakimiyet mücadelesinde Karadeniz jeopolitiğinin direk olarak Hazar ve Akdeniz havzaları ile Ortadoğu güvenliğini ilgilendirdiği göz önünde bulundurulduğunda, bu hassas dengenin Boğazlar vesilesiyle merkezinde Türkiye olduğu görülüyor. Çünkü Türkiye’nin beş denizin, Karadeniz, Adalar denizi, Akdeniz ve Hazar Denizinin ortasında “dengenin dengeleyicisi” rolü pekişiyor. Ünlü Fransız komutan Napolyon’un dediği gibi, “İstanbul’u eline geçiren dünyanın hakimi olacaktır.” Bu sözün detayında aynı zamanda Türk Boğazlarına hakim olmakta yatıyor. Çünkü boğazlara hükmeden İstanbul’a, İstanbul’a hükmeden dünyaya hükmeder.