Herhâlde Rumeli Hisarı'nın duvarları ve burçları sebebiyle ellerinde kale olarak kala kala Boğaziçi Üniversitesi'nin kaldığını düşünüyor olabilirler.
AK Parti iktidârının ilk günlerinden itibâren, yaşanan her değişiklik siyasal muhalef tarafından "kaleler ele geçiriliyor" evhâmıyla eleştirildi. Bu mesnetsiz evhâma kültürel iktidar mensupları da tüm imkânlarıyla destek verdi. Bu evhâmlar mesnetsizdi çünkü, iktidar partisi anayasadaki seçim kanunları ile düzenlenen seçimlerle demokratik yolla iktidar olmuştu. Tankla, topla, Meclis’i bombalayarak darbe yapmamıştı; gazete manşetleriyle hükûmet düşürüp yerine geçmemişti; "sandıktan kimin çıktığı önemli değil esas olan biziz" deyip jakobenlik yapmamıştı; rakiplerine kaset kumpası kurmamıştı; sırtını terör örgütlerine dayamamıştı; ABD, NATO veya AB'den demokrasi getirmesini istememişti. Seçime girmiş ve seçmenin takdiriyle iktidar olmuştu.
Ama bu "kale edebiyatı" çok kullanıldı. Sanki ülkede bir iç savaş vardı ve bir tarafın elindeki mevziler teker teker diğer tarafın eline geçiyordu. Atatürk’ü her fırsatta suistimâl etmekten çekinmeyen çevreler burada da aynısını yaptılar. Gençliğe Hitabe’deki “cebren ve hile ile memleketin bütün kaleleri zaptedilmiş olabilir” ifâdesi neredeyse duvar yazısı seviyesine indirilip kullanılır olmuştu.
“Kale edebiyatı”nı körükleyen mesnetsiz evham, daha 1994’teki yerel seçimlerden hemen sonra bile devreye sokulmuştu. İstanbul ve Ankara’da belediye başkanlığını kazanan siyâsî partinin belediyecilik yapmak yerine insanların giyim kuşamlarıyla uğraşacağı korkusu yayıldı. Ama olmadı, zâten olmayacaktı. Ama çıkardıkları yaygara 28 Şubat mazlumlarının çığlıklarını bastırdı. “Kale edebiyatı”nın ateşine odun atanların evhamları 2003’ten sonra da olmadı, bundan sonra da olmayacak. Ama bu evhamdan beslenenler korkmaya devam edecekler ve kale edebiyatını sürdürecekler.
Şimdi de Boğaziçi Üniversitesi
Herhâlde Rumeli Hisarı’nın duvarları ve burçları sebebiyle ellerinde kale olarak kala kala Boğaziçi Üniversitesi’nin kaldığını düşünüyor olabilirler. Ama onların arkasına sığındıkları burçları ve hisarı, Sultan II. Mehmed, daha “fâtih” olmadan önce inşa ettirmiş, hatta plânlarını da kendi çizmişti.
Tıpkı Boğaziçi Üniversitesi’nin yeni rektörü Prof.Dr. Melih Bulu gibi, hem ODTÜ’lü hem de Boğaziçili biri olarak yazıyorum ki, Boğaziçi’nin kaleliği olsa olsa "burç beach" için geçerlidir. Atilla Yayla’nın hurfikirler.com adlı internet sitesindeki “Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü: İddialar ve Cevaplar başlıklı yazısında dediği gibi, bir üniversite âidiyeti, o üniversitede geçirilen yıllarla ölçülüyorsa ben de, yüksek lisans yaptığım bölüm dersleri vermek cimri davrandığı için, dört yıl geçirdim.
Ama Boğaziçi Üniversitesi’ni kıyasladıkları üniversitelerin sâhip oldukları standartlarda görmezden geldikleri bir şey var ki, üniversiteler lisans eğitimiyle değil yüksek lisans ve doktora ile üniversite olurlar. Çünkü üniversite sıralamasında en önemli unsur, dört yıllık lisans bölümleri değil, yüksek lisans bölümlerinin yâni enstitülerin yaptığı akademik yayınlar ve araştırmalardır. Üniversitede yıl geçirmek mârifet olsaydı, en tembel öğrenciler "en üniversiteli" olurdu, çünkü altı yedi senede ancak mezun olurlar. Ayrıca dünya standardında esas üniversite mezuniyeti (graduate) yüksek lisanstır. Lisans mezuniyeti (undergraduate) ise akademik hayatın başlangıcıdır.
Rektörlerin siyasal kimlikleri
Bu ülke, cübbelerini giyip hükûmet devirmek için meydanlara çıkan, “Ordu göreve” deyip darbe çığırtkanlığı yapan rektörler gördü. Hatta bu ülke cübbesini giyip CHP’nin kürsünü çıkan ODTÜ rektörü Prof.Dr. Ural Akbulut’u da gördü. Rektörlük görevi sona erdikten sonra CHP’den milletvekili olan rektörleri hiç söylemiyorum. CHP’li olunca “yandaş sanatçı”, “yandaş gazeteci” olmuyorsunuz, hatta rektör bile olabiliyorsunuz. Ama iktidar partisi veya aynı taraftan bir partiye yakınsanız, aktif görevde olmasanız bile, değil rektör, neredeyse profesör olmanız bile çok zor.
Üniversitenin gelir kaynağı
Boğaziçi Üniversitesi’nde sanki farklı bir uygulama yapılmış gibi, rektörün "seçim" değil "atama" ile geldiği için eylem yapanlar hem Türkiye’deki uygulamayı hem de dünyâdaki farklı uygulamaları bilmediklerini gösterdiler. Mesela hiçbir üniversitede rektör seçiminde öğrenciler oy kullanmaz. Önde gelen dünya üniversitelerinde rektörü, mütevelli heyeti yâni parayı verenler belirler. Boğaziçi Üniversitesi başta olmak üzere bizim üniversitelerimizde de rektörün, başvuran adaylar arasında önce YÖK tarafından yürütülen sürecin ardından cumhurbaşkanı tarafından atanmasını istemeyenler, üniversitesinin kendi parasını kazanmak zorunda olduğunu da kulaklarına küpe yapsalar iyi olur. Doçentlikten beş yıl sonra, çantada keklik olan profesörlüğü alanların ya köşelerine çekilmesi ya da sıfatlarını kullanıp televizyon kanallarında boy göstermesiyle özgür ya da özerk üniversite olmaz. Üniversiteler kale ise, kaleler dışarıdan alınan yardım ve destekle değil, içeride güçlü olmakla korunur. Bu da, kendi kaynağını kendi üretmekle mümkündür.
Listenin zirvesindeki üniversiteler
Türkiye’deki rektör atama sistemine itiraz edenlerin, Boğaziçi’nin bile ilk altı yüz üniversite arasına giremediği listenin en üstüne bulunan üniversitelerin profesörlük şartlarını bildiklerinden emin değilim. Bilseler bile işlerine gelmediği için bilmezden gelirler. Bu üniversitelerin çoğunda profesörlük dâimi değil, şartlar sağlandığı sürece taşınan bir unvandır. Bir akademisyen, yazması gereken makale sayısını tamamlayamazsa, yapması gereken sayıda tez danışmanlığı yapmasa, şart koşulan sayıda sempozyum ve bildiri sayısını yerine getiremezse ve ödenekli projeleri yürütmezlerse profesörlüğü elinden alınır.
Bizim profesörlerimizin devletten hazır maaş almak yerine, profesörlüğün hakkını verecek şeyleri yapıp kendi kaynaklarını kendileri kazanmaya cesâretleri varsa, istedikleri gibi rektör seçme hakkını da elde ederler. Yoksa terör örgütlerinin tahrik ettiği eylemlerdeki kampüs işgâl girişimlerinde, yine devletin polisinin arkasına saklanmak zorunda kalırlar.