Dinî konular, dinî bilimler, bunlar üzerindeki tartışmalar, ülkemizde zaman zaman gündem oluşturuyor. Özellikle Ramazan ayları bu tartışmalar için elverişli bir iklim teşkil ediyor. Bu arada bir bölüm yazar, sanatçı ve akademisyenin dinî…
Dinî konular, dinî bilimler, bunlar üzerindeki tartışmalar, ülkemizde zaman zaman gündem oluşturuyor. Özellikle Ramazan ayları bu tartışmalar için elverişli bir iklim teşkil ediyor. Bu arada bir bölüm yazar, sanatçı ve akademisyenin dinî bir disipline ilgi ve merakları dikkat çekiyor. Yine bir bölüm entelektüel, bu disiplinin ana hedefi olan “insan-ı kâmil” (olgun, mükemmel insan) modelinin zamanımız için de büyük bir gereklilik olduğunu düşünüyor. Adı çok telaffuz edilmeyen, kendisine duyulan ilgi ve merakın mahrem kalmasına özen gösterilen bu disiplin “tasavvuf”tur. Hemen her Ramazanda gerçekleştirilen bu aya özel televizyon programlarında bu disipline çok sayıda gönderme yapılıyor.
Bugün bütün insanlık ahlakî bir gerileme içindedir. Küresel çapta bir ahlak seferberliğine ihtiyaç vardır. İslam adına insanlığa dürüstlüğün, kardeşliğin, yardımlaşmanın, fedakârlığın en diri mesajlarını verebilecek en cömert kaynak tasavvuftur. Tasavvuf, insanlar arasında yaşanan ihtilaf ve sorunlarda genel olarak herkesin kendini haklı ve masum, karşısındakini suçlu ve haksız bulduğu dünyamızda insafı elden bırakmamayı; kendimizin kusurunu, karşı tarafın haklı yanını görmeyi, kısaca özeleştiri ve empati yapmayı nefis denetiminin şartı sayan bir anlayışın ilmidir. Tasavvuf, sevgi ve barış toplumu ya da dinî deyimle rahmet toplumu inşa etmenin rakipsiz disiplinidir. Birkaç yıl önce Hakka yürüyen ünlü Müslüman düşünür Seyyit Hüseyin Nasr, “Batı’ya karşı etkili güç: Tasavvuf” ifadesini bunun için kullanmıştır. Denebilir ki tasavvuf, İslamî ilimler içinde gelecekte insanları en fazla etkileme potansiyeline sahip olan yegâne disiplindir. “Tasavvuf” denen bu disiplin nedir? Popüler bir anlatımı mümkün müdür? Burada bunu bir deneyeceğiz.
Tasavvuf, İslamî ilimlerin en derin ve detaylılarındandır. “Tasavvuf” kelimesinin kaynağı hakkında, yüzyıllardan beri çok şey söylenmiş ve yazılmış, ama kesin bir sonuca varılamamıştır. Bu konu, bugün de ihtilaflıdır. Kelimenin aslının eski Yunanca’daki “sofos” sözcüğü olduğunu öne sürenler çıktığı gibi, İran ve Hint kökenli olduğunu öne sürenler de olmuştur. Arapça “sûf” ya da “suffa”dan geldiğini söyleyenlerin sayısı da kabarıktır. “Tasavvuf”un kelime olarak kökeni ne olursa olsun, terim veya ıstılah olarak kazandığı anlam açıktır ve ne olduğu doğru dürüst bilinmektedir. Buna göre tasavvuf; dünyadan, dünya ilgilerinden olabildiğince sıyrılmak, bedensel arzu ve istekleri frenleyip tam bir denetim altına almak, girilen Allah yolunda maddi alakaları engel olmaktan çıkarmaktır.
Tasavvufun konusu ve malzemesi insandır. Onu yoğurmayı, onu biçimlendirmeyi amaç edinmiştir. Gerçekten “büyük” denmeye layık insanlar tasavvufun eleğinden geçmiş insanlardır. “Mutasavvıf”, “velî” veya “sofî” denen bu insanlar, İslam’ın “insan” denen üstün yaratığa verdiği değeri en iyi temsil ederler. Bunların gözünde insan, “Kâinatın gözünün nûrudur.” Tasavvuf; sevgi, hoşgörü, tevazu, bağışlama, cömertlik, kardeşlik, hüsn-i zan... gibi İslamî erdemlerin, inceliklerin, güzelliklerin en yüksek boyutlarda yaşanmasıdır. Nefse hâkimiyetin tam olarak sağlanmasıdır. Nefisle mücadele tasavvufta en önemli ilke, onu mağlup etmek de en büyük hünerdir. Dünyaya ve dünya malına karşı hırs ve açgözlülük nefsin telkinlerindendir. Bu nedenle dünya malına karşı tokgözlülük, dünyanın bizzat kendisine metelik vermemek, nefsi mağlup etme yolunda ilk adımdır. Herkesin arkasından koştuğu para, mal, şöhret, iktidar... gibi dünya nimetlerine, yalnız dünyada itibara vesile olan şeylere karşı tenezzülsüzlük, nefsi denetlemenin ilk basamaklarıdır. Bir din ulusuna, bir tarikata intisap edip de dünyaya ve dünya nimetlerine ilgiyi gönlünden silememek büyük bir çelişki arz eder. Tasavvuf yoluna giren birçokları bunu başaramamıştır. Bazıları da Allah yolunda mesafe aldıklarını sandıkları bir sırada daha işin başında olduklarını fark etmişlerdir. Yunus Emre’nin şeyhi Tapduk’a, “Beni artık ele al, ben olgunlaştım, piştim...” dedikçe, şeyhin ona “Sen hâlâ dünya kokuyorsun” demesi, ele alma isteğini reddetmesi, bu işin çok zor oluşunun bir ifadesidir.
Tasavvuf ilmi, her ilim gibi teorik açıklamalar bütünüdür. Bunun pratiği de tarikatlarda yapılmıştır. Tarikatlar, bir tasavvuf büyüğünün, önderinin benimsenmesi, arkasından gidilmesiyle teşekkül etmiştir. Mutasavvıflar, kimseye, “Gelin bana tâbi olun, beni takip edin. Allah’a giden yol benden geçer” dememişlerdir. Onlara kendiliğinden bir tâbi oluş söz konusudur. Her tarikatın kendine has usul ve erkânı sonradan ortaya çıkmıştır.
Tarikatta kimseyi itmemek, dışlamamak, herkese kucak açmak esastır. Tarikat önderinin hususi adı “mürşit”tir. Mürşit, “yol gösteren” demektir. Gösterilen yol da Allah yoludur. Mürşit güneş gibi, rahmet gibi nimetini herkese sunan, insanlar arasında ayırım yapmayandır. İnsanlar arasında fark gözeten, tarafgirlik yapan mürşit olamaz. Büyük velî Bundar es-Sayrafî şöyle diyor: “İnsanlarla çekişme, niza etme, onları hor görme; Allah ki onları kulluğa kabul etmiştir, sen onları kardeşliğe kabul etmemezlik etme.” Tasavvuf, dine derinlik kazandıran boyuttur. Tasavvufî anlayış ve yaşayış olmasa din, satıhtan ibaret kalırdı.