Savaşmak değildi bu mücâdelenin amacı. Ya istiklâmizi koruyacaktık ya ölecektik.
Büyük bir mücâdele verilmişti. Bir ölüm-kalım mücâdelesiydi. Bir hayat-memat meselesiydi. Nâmerdin eli mâbedimizin göğsüne değmesin diye yapıldı bu mücâdele. Bir hilâl uğruna nice güneşler şehâdet ufkuna yürüdü koşar adımlarla ve arkalarına bakmadan.
Savaşmak değildi bu mücâdelenin amacı. Ya istiklâmizi koruyacaktık ya ölecektik. Şehitlerin mübârek kanı, suyu oldu Sakarya'nın, kıvrım kıvrım aktı. Dinin temeli olan şehâdeti haykıran ezanlar, ebedî yurdumuzda inlesin diye canlar toprağa düştü sessiz sedâsız.
Kimileri ise muhiblik yaptı işgâlcilere. Medet umdular bu işgâlcilerin altın suyuna batırılmış teneke medeniyetlerinden. Balolar düzenlendi içkinin kıvrılmadan akıp içildiği. İşgâlcilere olan sarhoş hayranlık, ayıkken de devam eder oldu. Kirli bir miras yapıldı gelecek nesillere. Oysa o nesillere emânet edilecekti kurtarılan vatan ve kurulan devlet, yüceltsinler diye. Bu sarhoş mirasyediler gasp edip sâhiplendi paha biçilmez mücâdeleyi. Çocuklara, gençlere armağan edilen günlerde onlar çıktı meydanlara marşlar söyleyip şiirler okuyarak. Mücâdeleyi kanıyla kazananların halefleri, kenara itildi, mirasyedilere yer açılsın diye. Kurucu irâdenin karakteri olan özgürlük, millî günlerde resmî tâtil yapıp çalışmamak, uzun hafta sonunu şehir dışında geçirmek için kullanıldı. Yıllarca yağmur ve kar altında ya da güneşin altında içilen “ant” lafta kalmıştı. Ne doğruluk ne de çalışkanlık öğretilememiş, öğrenilememişti. Makam mevki işleri için girilen sınavlarda kopya çekmek öğrenilmişti, vatan hâinliğine giden yolda.
Peki n'oldu şu "bir ulus yaratma" meselesi?
Millî mücâdelenin “barış” yapıldıktan sonra devam eden kısmı daha zor ve büyüktü. Binlerce yıllık târihinin üstüne bir ulus yaratılacaktı. Ama mücâdelenin bu kısmı “hor ve öksüz” kalmıştı. Denize dökülenler, suya girip “gelsene su çok güzel” dercesine dalga geçtiler karşımıza geçip.
Vatan meselesi için "1 koyup 3 alalım" dendiğinde "alınan 3’te payım olsun, ama koyulan 1’de payım olmasın" diye düşünenlerin var olduğunu gördük. “Zulüm 1453’te başladı” veya “Aslolan biziz, sandıktan yüzde 97 çıksa bile önemli değil” diyenler alkışlandı ya da sineye çekildi. Kan kusarken kızılcık şerbeti içmiş gibi yapıldı.
Türkiye’yi NATO’nun askerî müdahalesine uygun hâle getirip millî irâdeyi yıkmak isteyenler, Cumhuriyetimizin kurucu partisi olduğunu iddia edip Türkiye’yi ABD’ye, Avrupa’ya şikâyet ederek siyâset yaptığını iddia edenler, İstanbul’u işgâl edenleri "veda partisi" düzenleyerek güle oynaya uğurlayıp ama İstanbul belediyesini kazanınca sosyal medyada "İstanbul işgâlden kurtuldu" paylaşımı yapanlar, Türkiye savaşa girse düşman ülkenin tarafında savaşacağını söyleyip daha sonra TBMM’de milletvekili yemin metnini okuyanlar, kazandığı Nobel ödülünü ülkesine armağan eden Türk bilim adamını Anıtkabir’de Fâtiha okudu diye linç edenler, millî takım yenilince keyif sigarası yakanlar, "tek adam yönetimine karşıyım" deyip özel hayâtında erkek koleksiyonu yapanlar, vatandaşın en büyük ihtiyacı olan sağlık yatırımlarını "ya kimse hastalanmazsa" diye eleştirenler, yatırımları takdir edenleri "yalaka", "yandaş" diye yaftalayıp, bir defa onlar gibi düşünmeyince "pornocu abimiz" deyip eleştirenler acaba şu “bir ulus yaratma” projesinin mahsulü mü, yoksa üretim hatâsı mı?
O ulusu yaratmak için moloz hâline getirilen târih, büyük amaçlarla kurulan kurumların tabelasında isim olarak kaldı nice yıllar. 1915’te Çanakkale’yi “geçilmez” yapan şehitlerinizin kemikleri seneler sonra toprakla buluştu. Ama o gün, Çanakkale’de kapımıza dayananlar için anıtlar dikildi, methiyeler yazıldı.
Ulus yaratmak için, serpilsin diye budamak yerine ağacın tüm dalları ya kesildi ya da kurumaya bırakıldı. Ayakta kalanlar jandarma korkusuyla sindirildi, tank paletleriyle korkutuldu, zindanlarda çürütüldü. Şahsiyeti hiçe sayılan ve kimlik verilmeden yaratılmaya çalışılan ulus, kendi yolunu “sağ”a ve “sol”a çarpıp bulmaya çalışırken çok yıprandı. Ya “Küçük Amerika” ya da “imtiyazlı ortak” diye kandırılan millet, kendi malına güvenmez oldu. Hakarete uğrayınca boykot etmek istediğimiz ülkenin malları olmazsa ne yapacağımızı yeni anlıyoruz.
Devrim süreci başarılı olamayınca gelişmeyi evrimci süreçte yapmaya kimse sabır göstermiyor. İlk denemelerin mükemmele ulaşmasında gösterilmesi gereken sabır, yeni çıkan telefonları almak için saatlerce önce girilen kuyruklarda harcanıyor.
Yaratılmak istenen ulusun kimliği, dış destekli Türkçe(!) mizah dergilerinin alay konusu hâline getirilip itibarsızlaştırılıyor. İçi boş milliyetçilik, ruhuna düşman ama bedeni âşık Osmanlı üzerinden doldurulmaya çalışılıyor.
Kültürel ve fikrî dağınıklık ve zâfiyet en üst perdeden defâlarca seslendirilmesine rağmen, duyulmuyor veya duyanlar yanlış anlıyor. Sanat ile kültür karıştırılıyor. Eğitim deyince, öğretim anlaşılıyor.
Durum, lime lime olmuş değerli bir halının uzman elinde tâmir edilmesine benziyor. Yıkmak, yapmaktan kolay olduğu için, yıllar süren yıkımın telâfisi daha uzun alıyor. Yapılırken bir taraftan yıkım devam ediyor.
Günün anlamı
Amma ve lâkin, bu yıl doksan yedinci yılını kutlayacağımız Cumhuriyetimizin, bunca yanlışa ve hâinliğe rağmen kısa zamanda gösterdiği toparlanma ve ayağa kalkma emâreleri bile büyük bir başarıdır. Kısa bir süre önce sâdece hayâl edilen şeylerin, birkaç yılda “alışılmış gerçek” hâline gelmesi bile, istikbâl ile ilgili ümitvâr olmamız için yeterlidir. Bu yıl da birileri hep yaptıkları için mangalda kül bırakmayacak ve boş teneke gibi çok ses çıkaracak olsa da, kemmiyeti az ama keyfiyeti yüksek olan fikri hür, vicdânı hür, irfânı hür bireyler üstlerine düşeni yapmaya devam edecektir.