Bugün bazı ekonomi yazarlarının da kullandığı ve kamuoyunda doğru bilinen bazı yanlışlardan bahsedeceğim.
Umarım bu yazı okuyucularım için aydınlatıcı olur.
İTHALATA DAYALI BÜYÜME
1990’lı yıllardan bu yana özellikle Aydınlık camiasındaki bazı yazarların kullandığı popüler bir kavramdır. Burada kastedilen ithal ara girdi ve hammadde ile ithal teknolojiye dayalı büyümedir. İlk bakışta Türk insanı için bu çok da gerçekçi gelebilir. Çünkü Türk ekonomisinin büyüme dönemlerinde, aynı zamanda, cari açığın milli gelire oranı da artmaktadır. İlk bakışta Türkiye’de ithalata dayalı bir büyüme olduğu izlenimi doğmaktadır. Fakat bu yanlıştır.
TÜİK’in ilan ettiği büyüme oranları ekonomide üretilen mal ve hizmetlere yapılan harcamaların üç aydan üç aya yıllık büyüme oranlarıdır. Bu harcamalar Tüketim, Yatırım ve Kamu Harcamaları ile İhracat ve İthalattır. Tüketim Harcamaları hane halkının - yani yerleşiklerin – ülkede üretilen mal ve hizmetlere yaptığı harcamalardır. Yatırım Harcamaları yerli firmaların ülke içinde üretilen sabit sermaye – yani makine ve teçhizat – ile bina ve konuta yaptığı harcamalardır. Kamu Harcamaları hükümetin yurt içindeki firmalardan satın aldığı mal ve hizmet karşılığında yaptığı harcamalardır. İhracat ise, yabancı hane halkı ve firmaların yerli firmaların ürettiği mal ve hizmetlere yaptığı harcamalardır. Bu dört kalemin her biri de, ekonomiye giren bir harcama akışını gösterirler. Bu yüzden bunlar iktisat jargonunda “gelir aşılaması” olarak adlandırılır. İthalat, bunların aksine, yurt içi hane halkı ve firmaların yurt dışı mal ve hizmetlere yaptığı harcamaları gösterir. Bu yüzden ekonomiye bir harcama akışını değil, tersine ekonomiden bir harcama çıkışını gösterir. Sonuç olarak da, ithalat bir “gelir sızıntısı” olarak tanımlanır. Eğer ithalat artıyorsa, bu gelirin artmasına değil, azalmasına yol açar! Öte yandan, toplam harcamalar arttığında milli gelir, milli gelir arttığında da ithalat artar. Yani “ithalata dayalı büyüme” değil, “büyümeye dayalı ithalat artışı” vardır.
ÜRETİM EKONOMİSİ
Son dönemde bazı ulusalcı iktisatçı ve siyasetçiler tarafından Türkiye’nin kurtuluşunun “üretim ekonomisinde” olduğu gibi bir slogan dillendirilmektir. Gazete yazılarının özelliğidir, anlatacaklarınızı okuyucularınıza kısa ve nokta atışı yapan deyim ve sloganlarla iletirsiniz. Bu hem zaman, hem mürekkep, hem de kâğıt tasarrufu anlamına gelir. Ancak, sloganlarla konuştuğunuzda, özellikle iktisadi olaylarda, gerçeğin çok uzağına düşebilirsiniz. “Üretim ekonomisine geçelim!”, deyince insanların ilk aklına gelen Türk ekonomisinde üretim olmadığıdır. Eğer üretim yoksa, Türk ekonomisinde çalışan on milyonlarca insanın geliri nereden gelmektedir. Tükettiğimiz yüzlerce yerli mal ve hizmet Mars’ta mı üretilmektedir? Elbette ki, burada kastedilen Türkiye’de hiçbir şey üretilmediği değildir. (Bu arada bu kavramı bazen ben de kullanıyorum; ne de olsa ben de bir gazetede yazıyorum.) Ancak iktisadi kavrama aşina olmayan insanlarımızda bu algının oluştuğu açıktır. Eğer bir muhalif yazar iseniz, bu kavram sizin için çok kullanışlı olacaktır. Türkiye’nin bu kavramla anlatılmak istenilen problemi, düşük katma değerli üretimdir. Ülkenin 1989’da dış mali liberalleşme reformu ve akabinde yapılan şuursuz özelleştirmelerden sonra, yatırımları ağırlıklı olarak hizmetler sektöründe yoğunlaşmaktadır. Üretilen gelirin neredeyse yüzde 60’ı hizmetler sektörü kaynaklıdır. Kapitalist bir ekonomide gelirin kaynağı katma değerdir, (Marksist bakış açısında ifade bulan artı değer kavramı benzer, fakat -mahiyet itibariyle- farklı bir kavramdır, DMD). Her şeyin normal koşullarda işlediği bir kapitalist ekonomide sanayi ve tarım sektörleri esas katma değeri sağlayan sektörler iken, hizmetler sektörü üretimi bu iki sektörün üretimine bağlıdır. Marksist iktisatçılar bu durumu, üretken sektörlerde (sanayi ve tarım) üretilen artı değerin, üretken olmayan sektörler (hizmetler) için talep yarattığı şeklinde yorumlar. Yani, her iki bakış açısıyla da, sanayi ve tarım üretimi olmazsa, hizmetler sektörü üretimi de olmaz. İkinci nokta da, ana üretim kaynağı olan işgücünün nitelik kaybıdır. Özetle, ulusalcı yazarlarımızın anlatmak istediği iki nokta vardır: İlki, Türk ekonomisinde daha yüksek katma değerli üretimin teşvik edilmesinin gerektiğidir. İkincisi ise, hizmetler sektörünün yatırım ve üretimde payının ciddi bir orantısızlıkla büyüdüğüdür. Yoksa, “Şimdi hiç üretim yapılmıyor.”, demek, iktisadi gerçekle uyumlu değildir.
SPEKÜLASYON TOPLUMSAL FAYDAYI AZALTIR, SPEKÜLATÖRLER DE SAHTEKÂRLARDIR
Genelde halk arasında konuşulduğu ve meslekten iktisatçı olmayan gazeteciler tarafından yazıldığı üzere “vahşi kapitalizm”, “emperyalizm” ve “spekülatörler” birbirinin tamamlayıcısı kavramlardır. Bütün kötülüklerin anası da “spekülatörlerdir”. George Soros nâm simsar da bunlara örnek gösterilir. Halbuki, gerçek bu söylemin uzağından bile geçmemektedir. Spekülâtör, her hangi bir emtia veya mali varlığı gelecekte daha yüksek fiyattan satma beklentisi ile satın alan veya daha düşük fiyattan satın alma beklentisi ile satan kişidir. Bu beklentisi gerçekleşmeyebilir, gerçekleşmezse kaybeden sadece kendisi olacaktır. Spekülatörün yaptığı bu işleme de spekülasyon adı verilir. Hayatımızın her alanında, hemen hemen herkes spekülasyon yapar. Spekülasyon anlık fiyatlarla vadeli fiyatlar arasında dengenin kurulmasını sağlayan faydalı bir işlemdir. Pekiyi, “ahlâksızlık” içeren, topluma zarar veren etik dışı işlem nedir? Manipülasyondur. “Manipülasyon” sahip olunan parasal güçle veya bilgiyle piyasayı yanlış yönlendirerek, piyasadaki aktörlerin çıkarı hilafına kendine haksız kazanç temin etmektir. Bu işlemi yapan adam da “manipülatördür”. George Soros mu? O manipülatörlerin kralıdır!
İlerleyen yazılarda yine buna benzer örneklere değinmeye çalışacağım.