Bugün dört günlük mübarek Kurban Bayramımızın üçüncü gününü idrak ediyoruz.

Bugün dört günlük mübarek Kurban Bayramımızın üçüncü gününü idrak ediyoruz. Dini bayramlarımız çok önemli, onları kutlamak ve vecibelerini yerine getirmek en önemli, kutsal görevlerimizden biri.

“Kala kala bizlere; geleneğimiz, olmazsa olmazlarımız olan Resmi ve Milli bayramlarımız kaldı. Cumhuriyetimiz’in kuruluşundan beri gelenekselleşen, Ulus olarak coşkuyla kutladığımız Milli bayramlarımız var” diye dünkü yazımıza başlamıştık ve yazımızın başlığındaki “Sevgi, Kardeşlik, Barış ve Bayramlar Üzerine” söylemimizin merkezinde kalakalmıştık.

Son yıllarda çokça dile getirilen ise, sanki mutlu olmamızda eksik olan çok şeyler varmış gibi bizi sarmalayan, her dem dilimize doladığımız bir söz, ne kadar mutlu olabildiğimizi veya mutluluğun değerini ne kadar bilebildiğimizin bir göstergesi gibidir.

Bayramları sadece mutluluk olarak görenler ve “Bayram Gelmiş Neyime” diyerek umduklarını bulamayanlar. Hiç bir şey yapmadan mutluluğu bekleyenler, mutluluğu kolayca elde edip onu korumak için hiç çaba göstermeyenler. Bazen mutsuzluk bile mutlu yaşamı sağlamlaştıran temel taşlarındandır.

Aslolan, mutsuzluklardan mutluluğu yaratabilmektir.

Mutluluğu hazıra konmak gibi görmeyi anlatan bir öykü;

Bir çiftçi Tanrı'yı ziyarete gelmiş ve derdini anlatmaya çalışmış:

“Bak hocam, sen Tanrı olabilirsin; dünyayı da sen yarattın. Peki, güzel anladık!.. Ama tarımın a-be-ce'sini bilemezsin, çünkü çiftçi değilsin. Bir tek patates bile yetiştiremezsin. Uzun sözün kısası Tanrılığına rağmen benden öğrenecek bir şeyin var.”

Tanrı büyük bir alçakgönüllülükle sormuş:

“Bana ne öneriyorsun? Tavsiyen nedir?”

“Bir yıl süreyle beni aksiliklerden koru, hep mutlu kıl. Sonunda evrende hiç yoksulluk kalmadığını göreceksin.”

Tanrı, çiftçiye bir yıl süre tanımış. Çiftçinin koşulları çok ağırmış. Fırtına olmayacak, yağmur yağmayacak, tohumları yiyen böcekler olmayacak, şiddetli rüzgar esmeyecek... Uyumlu, düzenli, sorundan yoksun bir yıl olacak...

Yıl sonunda, başaklar öylesine uzamış ki, çiftçi çok sevinmiş.

Güneş istemiş, Tanrı güneşi de emrine pervane etmiş. Yağmur istemiş; anında yağmur yağmış. Kesilmesini istediğinde ise, gökyüzü kurumuş. Ürün bolluğu açısından mucizevî bir yıl yaşanmış.

Ne var ki yalnızca nicelik açısından mucizevîydi...

Çiftçi Tanrı'ya kasılarak şunları söylemiş: “Onca bol ürün yetiştirdik ki, insanoğlu on yıl süreyle hiç çalışmasa bile, dünya üzerinde hiç açlık olmayacak bundan böyle.”

Ama mahsul biçildiğinde, ürünlerin kof olduğu anlaşılmış..

İçlerinde tek bir arpa, tek bir buğday tanesi yokmuş....

Çiftçi şaşkın, Tanrı'ya sormuş:

"Ne oldu? Aksilik nerede? Nerede yanıldım?"

“Çok basit...” diye yanıtlamış Tanrı; “Mücadeleyi engelledin. Hiç sürtüşme yoktu. Tüm kötülüklerden, güçlüklerden arındırdın mahsulü. Bu nedenle kısır kaldı. Doğada her etkenin bir rolü vardır. Güçlük çekmeden meyve alınmaz. Fırtına, gök gürültüsü, sağanak, şimşek de gereklidir. Ürünün ruhunu, özünü dingin tutarlar.”

Ve, öykünün yorumu;

“Meselenin anlamı çok derindir. Sürekli mutlu, mutlu ve hep mutluysan, mutluluk alışkanlık haline döner ve anlamını yitirir.

Beyaz bir duvarın üstüne, bembeyaz bir tebeşirle yazı yazmak ne kadar doğruysa.

Ne kadar yazsan kimse bir şey okuyamaz.

Acı, üzüntü dolu günler; mutluluk, sevinç dolu günler kadar vazgeçilmezdir. İşte bu gerçeği kavramak da bilinçlenmektir. O zaman sorgu sual biter. Yaşantının ritmidir bu. Çelişki ve ikilemleri kavramaktır. Yani yaşantının sırrını çözmektir. Eşyanın tabiatını özümsediğin, doğa kanununu çözümlediğin anda senin için gölge kalmaz.

Mutsuzluk bile bu aşamaya varmış kişide, ışık saçar. Üzüntünün bu türü, düşmanın değil, dostundur. Onu gerekli ve gidici bir arkadaş gibi sevgiyle taşı. İleri tarihteki bir mutluluğun habercisi olarak kabullen sıkıntıyı.

Aksi takdirde yok olur, erir bitersin!..”