Bütün hafta boyunca "neden" bu ihtiyaç hasıl oldu sorusuna cevap vermeye çalışan analizleri okudunuz muhtemelen.
Ortadoğu-Kuzey Afrika bölgesini içine alan uluslararası ilişkiler ortamında bir süredir beklenti 2011’den beri devam eden kutuplaşma atmosferinin yatışacağı bir yakınlaşmalar dönemine girileceği yönündeydi. Bu bağlamda geçtiğimiz hafta BAE hem İran hem Türkiye nezdinde temaslarda bulunarak bu yakınlaşma eğilimlerinin bir parçası olduğunu bölge kamuoyuna duyurma ihtiyacı duydu. Böylece bölgenin kabına sığamayan, “küçük Sparta” adlandırmasından rahatsız olmayan gücü İran ve Türkiye politikasıyla ilgili daha önceki stratejilerinden farklı, diyalog mekanizmalarını öne çıkartan bir yönelime girdiğini duyurmaya çalışıyor. Bütün hafta boyunca “neden” bu ihtiyaç hasıl oldu sorusuna cevap vermeye çalışan analizleri okudunuz muhtemelen. Biz de aynı sorudan yola çıkacağız.
Küçük Sparta
BAE’nin “küçük Sparta” olarak adlandırılmasının çeşitli nedenleri var. Öncelikle “küçük devletlerden” beklenmeyecek ölçüde hırslı ve iddialı bir politika izlediği için bu adlandırma yapılıyordu. Uzun süre BAE gibi ülkelerin rejim güvenliği ihtiyaçları yüzünden ideolojik tehlikeleri, rejimleri için rakip olabilecek güçleri sınırlarının ötesinde durdurmaya ihtiyaçları olduğu düşünüldü. Bu nedenle Abu Dabi’nin sınırları dışında, hatta Körfez Bölgesi dışında Doğu Akdeniz’de, Doğu Afrika’da ve Levant bölgesinde diş göstermek zorunda olduğu kabul edildi. BAE’nin “karşı-devrimci” gündeminin farklı araçlara sahip olduğu da zaman içerinde görüldü. Ancak “küçük Sparta’ya” Spartalı niteliği kazandıran tek unsurun da karşı-devrim takıntısı olmadığı biliniyor. BAE, Körfez ülkelerinden ummadığımız bir şekilde (-ki 1990’larda Körfez’in ortak savunma stratejisinin ve gücünün nasıl yayan kaldığını hepimiz görmüştük) stratejisini askerileştirmeyi seçen bir ülke. Askeri teknoloji ve savunma sektörlerine yaptığı yatırım BAE’ni savunma sanayi üreticisi ve ithalatçısı bir ülke haline getirdi. Dolayısıyla 2011 sonrası sadece güvenlik öncelikleriyle değil, nüfus ve pazar elde etme isteğiyle de hareket eden bir ülke söz konusu. 2021’e geldiğimizde tartışmalar BAE’nin neyi, ne kadar elde ettiği üzerinde sıkışıp kalıyor, zira tartışmaların odağı BAE’nin Spartalaşması. Oysa tanımlamadaki “küçük” ifadesinin önemini atlamayalım. Dolayısıyla BAE’nin gündemi bir büyük gücün gündemi ile örtüştüğünde aslında ancak “kazançlı” hale gelebiliyor.
Trumplı yıllar
BAE dahil 2011 sonrası Ortadoğu’da alanlarının sınırlanabileceğini gören kimi Körfez ülkeleri için bu sihirli an Trump döneminde yaşandı. Trump ve İsrail’in İran karşıtı politikalarının meyvelerini yiyebileceğini düşünen Bahreyn, BAE ve Suudi Arabistan, Katar ambargosu kararıyla oldukça radikal bir adım attılar. Böylece o güne kadar “kol kırılır yen içinde kalır” düsturuyla görünür hale getirilmeyen Katar- Körfez Üçlüsü arasındaki ayrım tüm bölgede ve ötesi Ortadoğu’da bir kutuplaşma dalgasını yarattı. Katar’a karşı uygulanan ambargonun “karşı devrimci bir gündem” dahilinde bir rejim değişikliğini hedeflediği biliniyor. Sonuçta Katar’da rejim değişikliği olmadı, Katar ambargosunu sonlandıran Al-Ula Anlaşması Ocak 2021’de imzalandığında Katar kendisine dayatılan 13 maddenin hiçbirini kabul etmemişti. Ve 2017-2021 arasında geçen dört yıl boyunca devrim-karşı-devrim dinamiğinin de etkisi bölgede azalmıştı. Trump dönemi sona ererken Suudi Arabistan rejim değişikliği talepleriyle değil, Yemen üzerinden İran yanlısı unsurların füze saldırıları sonucu vurulmuştu. Sonuçta Trump dönemi ABD politikaları, İran’a yapılan maksimum baskı, Doğu Akdeniz’de Türkiye ve KKTC’nin haklarının kısıtlanmaya çalışılması, Suriye, Yemen ve Irak’tan İran etkisinin sökülüp atılması için izlenen sopa politikası, tüm küçük Spartaların bu amaçla cesaretlendirilmesi ve en nihayetinde imzalanan İbrahim Anlaşmaları; ARAMCO’nun vurulmasını, Libya’da Hafter’in alanının kısıtlanmasını ve hatta Kudüs’te son yaşanan Hamas/Filistin- İsrail çatışmalarını, İsrail’in uluslararası baskı ile karşılaşmasını engelleyemedi. Daha da önemli nokta şu; Trump’ın İran karşıtı politikalarının merkezinde olan İran nükleer programı ile ilgili bir ilerleme kaydedilmeden Trump dönemi bitti. Böylece Körfezin Katar ambargosu üzerinden Trump politikalarına el vermiş ekibi hikâyeyi şöyle sonlandırdı: İran’ın nükleer programı ister istemez ilerlerken ARAMCO’nun vurulabileceği, ABD’nin sağlayabileceği güvencelerin de sınırlı olduğu ortaya çıktı.
Biden dönemi stratejik ilgisizlik
Biden yönetimi elbette bu hikâyeyi daha neşeli bir hale getirebilir, en azından “küçük Spartalara” vaat edilen belirli askeri yetenekleri, caydırıcı unsurları sağlayabilirdi. Bunu yapmamayı tercih etti. Yapmayı tercih etse dahi Kongre engelini aşabilir miydi, bundan da emin olamayız. Nihayetinde Washington’daki ruh hali Çin’in durdurulmasının ötesine geçebilmiş değil. ABD’nin stratejik gözü Tayvan Körfezinden Hint Okyanusuna doğru süzülen ejderhaya takılmış, Sparta’nın ne büyüğünü ne de küçüğünü algılayabilecek durumda. Bu ilgisizliğin bir yansıması olarak bugün ABD’nin Orta Doğu’da ne istediğini, kimi seçtiğini, kime karşı olduğunu hemen hemen kimse bilmiyor. Trump döneminde de ABD’nin Ortadoğu’da kullanacağı araçlar ve krizleri çıkartabileceği seviye konusunda bir belirsizlik vardı ama bu Biden döneminde ortaya çıkan bilinmezlikle karşılaştırılabilir değil. Viyana’da gerçekleşen İran Nükleer Anlaşması’nın geleceği ile ilgili müzakerelerin çok ağır aksak gitmesinin sebebi de bu. ABD’nin İran Nükleer Anlaşması konusunda ne istediği, ya da İran’ı ikna etmek için taviz vermeye istekli olup olmadığı bilinmiyor. Ama değerli hocam Nurşin Güney’in ifadesiyle “nükleer saat işliyor”. Trump dönemi İbrahim Anlaşmaları ve maksimum baskı politikası hatta güç kullanma opsiyonunun bugünlerin önünü açtığı düşünülürse Körfez ülkelerinin İran’a düşünmesi gereken başka nedenler vermeye hevesli olmasının nedeni daha net anlaşılabilir.
Küçük Singapur
BAE’nin aslında Suudi Arabistan- Katar, Suudi-Arabistan-Türkiye yakınlaşmasından hemen sonra hareket etmeyip biraz beklemeyi tercih ettiği de hatırlanacaktır. Muhtemelen ABD-İsrail ayağından bölgedeki riskleri dengeleyici ciddi bir hareket olabilir mi diye havayı kokladığı kısa bir duraklama anı. Ancak bu duraklama anında ABD Afganistan çekilmesini bir kayıp halinde ve Kabil’deki düzeni Doha üzerinden toparlayacak şekilde kotardı. Arap kamuoyunu kaybetmek, Ankara’yı Katar ve Riyad’a kaptırmak gibi riskler ufukta beklerken David Ignatius’un deyişiyle Abu Dabi “küçük Singapur” gibi davranmaya karar verdi. Çantasına yatırım planlarını koydu ve aynı anda iki yönlü bir mesaj verdi. İran’a ipleri çok germemesini, yatırım imkanlarının sadece ABD’den gelmediği mesajını iletti. Aynı anda Türkiye ile yakınlaşarak bölgede nahoş gelişmeler olursa (Riyad ve Katar ile rekabet, İran ile sınanma vb) Ankara’yı başkalarına kaybetmeyeceğini göstermek istedi.
Ankara memnun mu?
Ankara “ticaret barışı” ve “bölgesel sorunlar bölge ülkeleri tarafından çözülsün” fikrine her daim yakın olmuştur. Dolayısıyla BAE’nin yatırım önerileri de diyalog önerisi de Ankara adına memnuniyet verici. Ankara, muhtemelen BAE’nin küçük Sparta hayallerinden sıyrılmadığını da biliyor. Ancak günümüz Ortadoğu’su ve ABD yönetiminin ilgisizliği yola küçük Sparta olarak çıkanları Singapur gibi davranmaya zorluyor. Bu zorluklar devam ettikçe bölgenin ihtiraslı aktörleri kutuplaştırıcı stratejileri silah olarak kullanmaktan imtina edecekler, ideolojik karşıtlığın yerine diplomatik pazarlıkları koyacaklardır. Ve biliyoruz ki diplomasi Ankara’nın iyi oynadığı bir oyun.