Atlantik Paktı ile Batı ittifakı ve katılımcı (!) demokrasiden tarafa olanlar ve başını Rusya ve Çin'in çektiği Avrasya paktı ve ileri (!) demokrasiden tarafa olanlar.
Bugün gazetelere ve sosyal medyaya baktığımızda iki ana siyasi akım (yanlış anlamayın: iki ana siyasi akım derken CHP ve AK Parti’yi kastetmedim) görmekteyiz: Atlantik Paktı ile Batı ittifakı ve katılımcı (!) demokrasiden tarafa olanlar ve başını Rusya ve Çin’in çektiği Avrasya paktı ve ileri (!) demokrasiden tarafa olanlar.
Batı ittifakı sözde katılımcı (!) demokrasi ortamında küresel kapitalizmin küresel firmaları vasıtasıyla emperyalist sömürüyü ve gelişmiş emperyalist ülkelerin dünya kaynakları üstünde tam hakimiyetini amaçlayan bir birlikteliği gösterir. Avrasya ittifakı ise otoriterden totalitere uzanan bilumum ceberrut devlet rejimlerini temsil eden ileri (!) demokrasi ortamında, o devletlere hakim askeri – siyasi – ticari oligarşik yapının kendi ülkelerinde tam hakimiyetini ve küresel ekonomik aktörlerin etkinliğini en aza indirmeyi amaçlamaktadır. Biz Türklerin uğruna birbirini yediğimiz ve neredeyse iç savaşa yol açacak sertlikte bir tartışma içine girdiğimiz tercih işte bunlardan hangisini seçeceğimiz hakkındadır. Ya milli kültür ve milli hakimiyetimizi kaybederek ülkenin bütün üretim tesislerini, düşünce kuruluşlarını, finans sistemini emperyalistlere anahtar teslimi iade edeceğiz ve bunun karşılığında emperyalistlerden gelecek iane ve sadakalarla “küresel topluma ve çağdaş insanlığa entegre” olacağız; ya da, “milli idare, milli iş hayatı ve milli finans” diyerek millet adına her türlü haltı işleyip, hiçbir şey hakkında hesap vermeyen bir “mafya rejimine” ve “hırsızlar yönetimine” teslim olup “ülkeyi soyanlar yine bizim adamlar” deyip kendimizi teselli edeceğiz. Eskilerin deyimiyle: “Kırk katır mı, yoksa kırk satır mı?”.
Türkiye Fatih Sultan Mehmet’ten bu yana merkezi bir devlet mekanizmasına ve bürokrasi geleneğine, 1826’dan bu yana milli devletin üst yapı kurumlarına ve 1876’dan bu yana – eksik ve noksanlarıyla da olsa- temsili demokrasiye sahip bir ülkedir. Edirne’den Kars’a, Bodrum’dan Yüksekova’ya bir çok farklılıklarına rağmen ortak yaşam ve kimlik değerlerine sahip, bütün eksikliklerine rağmen ortak bir milli şuura sahip olan bir toplumdur. (Milli kimlik ve milli şuuru tanımlamak zor değildir, mesela kime sorsanız üç büyük takımdan birine sempati besler, kahvaltıda çay – zeytin – peynir tüketir, farz olan Cuma namazlarını ıskalasa da, kimine göre sünnet kimine göre vacip olan Bayram Namazı’nı kaçırmaz, her bölgemizde kızlar babalardan istenir, kahveye tuz konur ve kına gecesi yapılır. Bütün bunların ötesinde, bu değerlerimizle beraber yaşadığımız vatanımız – yani hepimizin evi – için gözümüzü kırpmadan ölürüz. Milli kimlik bütün bunların toplamıdır ve milli şuur da bunların ayırdına varmaktır.) Şimdi, böyle kadim bir toplum kırk katır veya kırk satırdan birini tercih etmek zorundaymış gibi bir atmosfer oluşmuştur. Halbuki ne küresel tefecilere ne de yerel oligarşiye mecburuz, hiçbir zaman mecbur değildik ve hiçbir zaman da mecbur olmayacağız. Meseleyi bu şekilde gördüğümüz an, çözümü yarılamış sayılırız.
Avrasya Paktı, kısa vadede Türkiye’ye çok cazip gelebilir, nitekim hemen hemen bütün mensupları Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerdir ve yine hemen hemen hepsinde Küreselleşme bir tehdit olarak - daha açıkçası Amerikan kültürünün/kültürsüzlüğünün dünyaya ihraç mekanizması olarak – tanımlanmaktadır. Bu manâda Avrasya Paktı içindeki ülkeler, aynı Türkiye gibi, milli devletlerin kendi sınırları içinde tam hakimiyetine taraftardır, bunu destekler ve taahhüt eder. Aynı zamanda hem toplam iktisadi hacme hem de büyüme potansiyeline baktığımızda, gelişmiş ülkelere nazaran daha tatmin edici bir pazar da görmekteyiz. Bu yüzden “çağdaş insanlık ideali” gibi soyut ve içi boş kavramlar uğruna bu potansiyelden vazgeçmek yanlış olur. Öte yandan, Atlantik Paktıyla da tam olarak köprüleri atamayız. Şeffaf bir yönetim, örgütlü bir halk, temel insan haklarının güvence altına alındığı ve bireysel özgürlüklerin en üst düzeyde olduğu – belki de en huzurlu – toplumlar Atlantik Paktı içindedir. Sadece şu soruya vereceğiniz cevap bile size ne demek istediğimi anlatır: “Çocuğunuzu nerede okutmak istersiniz: Moskova, Tahran, Delhi veya Pekin mi; yoksa, New York, Londra, Berlin veya Paris mi?”. İstatistiklerin bildirdiğine göre, necip milletimizin en ulusalcı ve en İslam’cıları da dahil olmak üzere kahir ekseriyeti – bu manâda - Atlantik Paktını tercih etmektedirler. Dahası, 1826’dan bu yana, eğitimden askeri örgütlenmeye, üretim yapısından tüketim tercihlerine kadar hayatın her alanında Batı ittifakının normlarını benimseyen ve Batı’ya en düşman olanlarımızın bile Batı karşıtlığını yine Batılı yöntemle formalize ettiği bir ülkeyiz. Dolayısıyla, biz ne kadar bağırsak çağırsak da, Batı’ya ne kadar meydan okusak da, üç aşağı beş yukarı hepimiz iliklerimize kadar Batılıyız.
Türkiye jeopolitik olarak dünyanın en önemli ve en tehlikeli noktalarından birindedir. Cuma günkü yazıda buna değinmiştim. Bizim “biz olarak” yaşamaya devam etmemiz ve vatanımızın “bizim vatanımız” olarak kalması bugün birinci önceliğimizdir. Atlantik Paktı kaynaklı emperyalist saldırıya karşı bizimle aynı tehditlerle karşı karşıya kalan mütteffikler aramamız çok doğaldır. Her hangi bir ülke için en doğal müttefikler, en verimli siyasi ve ticari ortaklar her zaman ve her yerde komşularıdır. Şu anki konjonktürde, emperyalist gücün eşkıya, haydut ve uyuşturucu kaçakçısı örgütler üzerinden (PKK, FETÖ ve IŞİD) Türkiye’ye saldırdığı durumda da, güvenliğimizin komşularımızın güvenliğine bağlı olduğunu milletçe idrak etmiş durumdayız. Dolayısıyla, her şeyden önce komşularımızda -yani Suriye, Irak, İran, Ukrayna, Bulgaristan ve Yunanistan’da- milli devletlerin meşru yönetimlerinin yanında olmalıyız. Bu ülkelere rejim ihraç etmek, kendimize yakın siyasetçileri orada iktidara getirmek veya fütûhat heveslerine kapılıp sınırlarımıza birkaç eski vilayetimizi daha katmak gibi amaçlarımız olmamalıdır. Bu saydıklarım çevremizdeki komşularımız için de geçerlidir. İkincisi, komşu ülkelerin arasındaki sürtüşme ve çatışmaların yine bölge ülkeleri arasındaki diyalogla çözüme bağlanması ve dışarıdan olaya müdahale edebilecek Emperyalistlere fırsat verilmemesi gerekir. Üçüncüsü kültürel ve ticari ilişkiler bölge ülkeleri arasında kuvvetlendirilmelidir. Bütün bunlar size ütopik geliyor. Ama 20’inci yüzyılın başında Atatürk’ün tasarladığı tam olarak da bu idi. Sa’dabat Paktı ve Balkan Antant’ı ile Atatürk kabaca son dönem Osmanlı + Selçuklu sınırları içinde kalan ülkeleri – bir birinin egemenlik haklarına saygı göstererek- bir kültürel, askeri ve ekonomik işbirliği çevresinde örgütlemeyi amaçladı. Burada, dikkat edilmesi gereken ana nokta şudur ki, Türkiye’nin o zaman ki yöneticileri, hiçbir küresel emperyalist gücün yedeğinde olmayı kabul etmemişlerdir. Türkiye’nin kendisinin komşularıyla birlikte ayrı bir çekim merkezi olmasını planlamışlardır. Atatürk döneminde devletin ana çizgisi belirlenirken Batı yanlıları da, Rusya yanlıları da etkili olamamışlardır. Çünkü bizatihi Atatürk “Bağımsızlık benim karakterimdir.”, demekteydi.
Bugün Suriye özelinde, Fırat Kalkanı Harekâtı, Astana Süreci, ortaklaşa diyalogla belirlenen çatışmasızlık bölgeleri, yakın gelecekte gerçekleşmesi beklenen Kandil ve Afrin operasyonları bölge ülkeleri arasındaki iş birliğinin emperyalistleri nasıl çözümsüzlüğe ittiğinin göstergesidir. Bu iş birliğinin karşılıklı güvene, birbirine saygıya ve samimi ilişkilere bağlı olduğu kuşkusuzdur. Eğer bölgemizde, yani Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’da refah ve huzuru yeniden sağlamak istiyorsak bölgesel işbirliğine geçmeliyiz. Bölgeden Amerikan, İngiliz ve Fransız üslerinin kovulması, bir bölgesel savunma ve ticaret anlaşmasının kabul edilmesi gerekir. Bu samimi ve karşılıklı güvene dayalı ilişkiler geliştirilmezse, emperyalistler (Rusya ve Türkiye’de dahil olmak üzere) ülkeleri teker teker yutacaktır.