Geçtiğimiz cuma akşamı şans eseri Kanal D'de yayınlanan Arka Sokaklar dizisine takıldı gözlerim.
Aslında şans eseri oldu. Biraz düşünceliydim hatta canım sıkkındı, oturup düşünürken televizyonu açtım. Kanal D açıldı, o sırada Arka Sokaklar dizisi başlamıştı. İster istemez diziye önce kulaklarım sonra da gözlerim kaydı. Tam kanalı zaplamak üzereyken dizi dikkatimi çekmeye başladı. Uzun yıllardır yayınlanan ve hala reytinglerde birinci olan Bizimkiler dizisinden sonra Türk dizi tarihinde nerdeyse en büyük efsane olmayı başaran bu dizinin yakaladığı başarı geldi aklıma.
On Üç yıldır ekranlarda
Dizi 2006 yılından beri yayında, gırgır değil tam 13 yıldır yayında. Çok ciddi başarılar elde etti. Ödüller aldı ve almaya devam ediyor. Reyting aldı ve almaya devam ediyor. Dizi hala en çok izlenen üç programdan biri. Yapımcılığını Türker İnanoğlu gibi bir efsane üstlendi. Ozan Yurdakul ve Sinan Yurdakul’da senaryoyu yazıyor. Dizi bir polisiye dizisi. Ben bu diziyi yıllardır izlememiştim, hatta kendi kendime bu dizi nasıl oluyor da bu kadar başarılı oluyor diye arada düşünüyordum. Geçen cuma izlediğimde bunu anladım. Bu dizide haklı bir başarı olduğunu gördüm. Seksenli yıllarda TRT’de yayınlanan Amerikan polisiye filmlerinin formatının modernleştirilmiş hali. Bir dönemler San Francisco Sokakları vardı, ortalığı yıkardı. Bu tür filmlerde klişe ve net diyaloglar polisiye hikayeler eşliğinde kameraya çekilirdi. Dizi heyecanlı ve akıcıydı. Polislik mesleğinin itibarını yücelten bir kurgu vardı. Arka Sokaklar dizisinde de öyle. Akıcı ve her bölümde farklı hikayeler işleniyor. Hatta hikayeler dizinin içinde bile değişiyor. Böylece izleyiciyi hem sıkmıyor hem de bir hikayeyi kaçıran izleyicinin diğerini ve dolayısıyla diziyi yakalamasına katkıda bulunuyor. Sabit bir emniyet birimi ve mesleklerini yaparken başlarından geçen olaylar anlatılıyor. Dizinin senaryosunda tıpkı eski Amerikan polisiye dizilerinde ve filmlerinde olduğu gibi iki meslektaşın birbiriyle yaşadığı kısa yakınlaşmalar ve hikayelerin arasında polislerin birbirine yaptıkları espriler var. Bu dizide zirveye çıkan heyecanı düşürüyor. Dizideki oyuncuların çoğu çok başarılı geçmişi olan oyuncular, dizideki genç polisler ise güzel kızlardan ve yakışıklı çocuklardan oluşmuş. Yani dizinin görsel al benisi de yüksek. Hele dizideki kadın polisler çok zeki, yetenekli ve güzeller. Bu dizinin bir diğer önemli özelliği bence Türkiye’nin ortalama aile yapısını temsil etmesi. Bu hem diyaloglarda hem de sahnelerde kendini gösteriyor. Mesela son bölümde esrar satıcısı bir erkek arkadaşı olan Efsun adlı kızın o erkek arkadaşından dayak yediği sahnede bir şey dikkatimi çekti. Efsun modern bir kız, bir tişört giymiş, erkek arkadaşından aldığı darbelerden dolayı yere düşüyor, yere düştüğü anda tişörtü hafif açılıyor ve kızın beli gözüküyor. Efsun’u oynayan oyuncu yere düştüğü anda o açılan ve görünen bel ve göbek bölümünün gözükmemesi için hemen ince tişörtünü çekiyor. Bu saniyelik bir anda gerçekleşiyor. Dizideki bu sahne dikkatimi çekiyor; ya oyuncunun kişisel refleksi bu ya da senaristin refleksi. Hangisi bilmiyorum ama gerçek hayatta bir kadının bir erkekten şiddet gördüğünü ve o an yere düştüğünü düşünün. O kadın acaba kendisini korumayı mı düşünür yoksa o can havliyle kısa tişörtünü göbeğinin gözükmemesi için çekmeyi mi düşünür? Bence bazı olayları incelerken bu gizli detaylara bakmak lazım.
Bu dizi yirminci yılı devirir
Şans eseri düşünceye dalmışken karşıma çıkan bu diziyi incelerken, bu dizinin neden hala başarılı olduğunu anladım. Şunu söyleyeyim, bu dizinin mutfağındakiler çok iyi bir ivme ve format yakaladılar. Bu böyle giderse bu dizi daha çok uzun zaman başarılı olur, hatta oyuncular emekli bile olabilir bu diziden. Merak ettiğim izlediğim bölüm kaçıncı bölüm diye araştırdım, baktım bir de ne göreyim geçtiğimiz cuma dizinin 527. Bölümü yayınlanmış. Bu ara Kanal D’yi de internet sitesinde bu ve diğer diziler ile ilgili açtığı bölümlerden dolayı tebrik etmek gerekiyor. Her diziye müthiş içerikler sunulmuş Foto galeri, videolar, bölüm tekrarları, dizilerden haberler, özetler gibi çok özel bilgiler var. Bunu da Arka Sokakların Kanal D’nin internet sitesindeki bölümünü incelerken gördüm. Kanal D dijitale çok güzel yatırım yapmış.
Bu serenat çok farklı
O kalbi müzikle çarpan bir iş adamı. Çok genç yaştan itibaren müzik üretmeye başlamış. Ama müzik piyasasına biraz geç girdi. Girişi belki nicel anlamda öyle ortalığı yakıp yıkmadı ama nitel anlamda müzik dünyasına çok ciddi katkıları oldu. Üç tane dolu dolu albüme imza attı. Bunlardan son iki albümü ve özellikle son albümü “Serenat” çok ciddi bir müzikal alt yapıya sahip. Fatih Aydın, müzik adına çok nitelikli işlere imza atıyor. Onun albümlerini dinlemek, zengin alt yapılarını duymak çok büyük bir heyecan. İyi müzikten hoşlananların büyük zevkle dinleyeceği bir yorumcu. Fatih Aydın’la hem müziğini hem de müziğe dair düşüncelerini konuştuk.
“Binlerce şiirim var”
14-15 yaşından itibaren şiir yazmaya başladım. Binlerce şiirim var. Daha sonra onları 1990 yıllarında müziklerle harmanlamaya başladım. 88-89’dan itibaren hızla devam etti. Bunlar belli bir sayıya gelince artık bir patlama noktasıydı benim için, albümü yapmak zorunda kaldık. Hayatımın her zaman bir yerinde müzik ve şiir vardı fakat yaşam koşulları gereği bunu biraz ileri yaşlarda hayata geçirme şansım oldu. Bundan dolayı da çok mutluyum. 2015 yılında ilk defa “Şiirden Şarkılar” albümüyle müzik piyasasına giriş yaptık. Hemen ertesi yıl “45’lik Şarkılar” ve bu yıl da “Serenat” adlı albümü yayınladık.
“Batı müziğiyle doğu müziğini doğru noktada bir araya getirmeye çalıştık”
Bu albümde doğu sazları, batı sazları ve senfonik formları bir yerde, çok doğru bir oranda sunma ihtiyacı hissettik. Bir türkü bile olsa, o batı soundunu verdiğiniz zaman netice itibariyle şarkının değerinin, kalitesinin yükseldiğini ve daha üniversal bir ürün olduğunu, evrensel bir noktaya geldiğini hissettik. Bu bakımdan buna çok dikkat ettik. İşi asla senfonik formlardan uzak tutmamaya, kadim batı müziğiyle bizim doğu müziğini doğru noktada bir araya getirmeye çalıştık. İlk önce Çağrı Kodamanoğlu’nu bulduk. Çağrı çok uzun zamandır Kayahan’la ve birçok sanatçıyla çalışmış. Entelektüel düzeyde üst düzey bir arkadaşımız olduğu için Çağrı ile yola çıktık. “Şiirden Şarkılar” albümünü komple Çağrı’yla yaptık. Çok da güzel bir sound elde ettik. Çağrı o konforu verdi bana açıkçası. “Ben bunu tasarladım, bunu yaptık, böyle olacak” demedi. Birçok şeye beraber karar verdik. Sonra birinci albüm referans olunca Osman İşmen’le bir araya geldik ve Çağrı Kodamanoğlu, Osman İşmen karışımı albümler oluşmaya başladı. Şimdi yeni albümde Ömer Faruk Paker’de yer alacak.
Yirmi yıl sonra, bugüne ait neyi coverlayacaklar?
Son albümde sadece bir şarkının bir yerinde bir yerde köprü geçişi için koca Arp getirdiler stüdyoya. Taşımak da zor, bunu klavyeyle yapması da mümkündü, ama yapmadık. Bundan kaçınıyoruz. İdealist yaklaşıyoruz. Bu şekilde ilham vermek istiyoruz. İşini sanat gibi, sanatı da işin gibi yaparsan hiçbir problem kalmaz. Biz bunu her şeyden öte dinleyiciye olan saygımızdan vermek zorundayız. Artık hemen hemen herkes işin kolayına ve masrafsızına kaçıyor. Ama insanlar akşam bir yemekte, bir fasılda, bir yerde oturdukları zaman o 70’li yılların, 80’li yılların, 60’lı yılların şarkılarını dinliyor. Diğeri de kullan at Mc Donald’s. Hamburgerse bir tanesi, diğeri güzel bir fasılla hazırlanan yemek gibi düşünüyorum. Birini kullanıp atıyorsunuz diğeri kalıyor. Yine onlar kalacak. Bugün dikkat edersek üretilen müziklerin en az yüzde 40’ı, yüzde 50’si eskiden gelen cover şarkılar. Bakalım 20 yıl sonra neyi coverlayacaklar? Bugüne ait ne coverlanacak acaba?
“Artık klip müziğin önüne geçti”
Albümün ilk klipini “Dön Bana” adlı şarkıya çektik, klipi İstanbul’da çektik. “Bu Sevda Sonum Olsun”un klibi Paris’te çekildi. “Hain Yıllar”ın klipini Prag’da çektik. Güney Afrika’da bile çektiğimiz klipler var. Ben bir yandan da turizmci olduğum için ülkeler de görünsün, renk olsun diye düşünüyorum. Biz kliplerde hiçbir zaman abartma tarafına girmedik. Bazı dinleyicilerimiz “Şu klip daha güzel olabilirdi, şu klip şöyle olabilirdi” diye yazıyor. Biz müzik yapıyoruz. Söz yazıyoruz, şiir yazıyoruz. Bunun karşılığında simsiyah bir fonda da bunu söyleyebilirim. Ben müziğimi duyurmaya çalışıyorum. Bugün müzik dünyası öyle bir hale geldi ki klip müziğin önüne geçiyor. Başrolde klip oynuyor. Ben dizi oyuncusu değilim, film çevirmiyorum. Ben müzik yapıyorum. Mademki bu bir mecra, olabildiğince mütevazi, ekonomik, düzgün ve müziğimizle de eşleşecek şekilde klipler çekmeye çalışıyoruz. Kısaca kliplerde çok da kasmıyoruz.
“Türkiye’de 20-25 milyon bilgisayar varken, 250 milyon dinlenme nasıl oluyor?”
Bir şarkı 10 milyon dinlense ne olur? Keza bunlar da tartışılır. Türkiye’de 20-25 milyon bilgisayar var, ama bakıyorsunuz bir şarkı 250 milyon kez dinlenmiş. Demek herkes işi gücü bırakmış 10 milyon defa onu dinlemiş! Açıkhava konseri verirsiniz. Sonra kendi biletlerinizi bedava verseniz dolduramazsınız. Ustaların biri çıkar aylar öncesinden biletlerin hepsi tükenir. Halkın neyi dinlediğini hepimiz çok iyi biliyoruz.
“Gençler yine Ahmet Kaya ve Cem Karaca dinliyor”
Bugün üretilen müzik benim müziğim değil. Ben hala Sezen’leri dinliyorum, Cem Karaca, Barış Manço, Fikret Kızılok, Ahmet Kaya ve Leman Sam’ları dinliyorum. Çok anormal güzel bir şarkı kulağıma gelirse dinlerim belki, ama son yıllarda o işe bakmıyorum. Benim tarzımda gelişmiyor yani şu an. Benim müzik zevkime göre değil hiçbiri. O üniversiteli çocuklar oturuyorlar yine Ahmet Kaya dinleyip hep beraber eğleniyorlar. Yine Cem Karaca’yı dinliyorlar. Kime isterseniz sorun yine o eskileri dinliyorlar. Tematik kanallar dışında radyolar ne yazık ki sanat müziği de çalmıyorlar, halk müziği de çalmıyor, özgün müzikte çalmıyor, nostaljik popta çalmıyor. Çok ciddi bir mecra sıkıntısı var bu tarz müziklerde.
Babazula belgesel oldu
Üniversiteler özellikle paralı eğitim veren vakıf üniversiteleri maalesef uygulama adına hiçbir şey yapmıyor. Özellikle medya eğitimi veren üniversitelerin çoğu sadece öğrencilerin parasını alıp onlara birkaç teorik bilgi verip gönderiyor. Böyle bir eğitim piyasası içinde benim çocuğum, kardeşim olsa medya eğitimi almak istese ve bana “hangi üniversiteye gitsem?” diye sorsa vallahi de billahi de ne diyeceğimi bilemem. Böyle bir ortamda üniversitelerden güzel haberler duyduğumda mutlu oluyorum. Geçenlerde böyle bir haber edindim.
Altınbaş Üniversitesi, “İşini severek yapanlar” projesi kapsamında Babazula grubunun kurucusu Murat Ertel’in hayatını anlatan; Grafik Sanatçısı babası Mengü Ertel’den sanatçı çevresine, dayıları yazar İlhan Selçuk ve çizer Turhan Selçuk’tan müzik kariyerinin gelişimine, sanatını ve sanatıyla iç içe geçmiş hayatını konu alan “Aşıkların Sözü Kalır-Murat Ertel Belgeseli”ni tamamlayarak gösterime sundu.
“Bir saatlik belgesel için 4 ay çalıştılar”
Yönetmenliğini Altınbaş Üniversitesi Görsel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi Sinema Televizyon Bölüm Başkanı Dr. Cüneyt Gök’ün yaptığı, Babazula üyeleri ve müzik yazarlarının görüşlerinden sahne performanslarına kadar pek çok detay sunan belgesel ile ilgili Gök, belgeselin bilimsel araştırma projesi kapsamında hazırlandığını kaydederek, “Geçen sene ilkini bir fotoğraf sanatçısı olan Özlem Acaroğlu için yapmıştık. Bu sene de Murat Ertel için çok güzel bir belgesel hazırladık. Bir saatlik belgeselimizde dolu dolu müzik var. Amacımız gerçekleştirdiğimiz bu gibi projelerle öğrencilerimize saha deneyimi kazandırmak. İçinde yer alan öğrencilerimize de çok şey kattığına inanıyorum” dedi. Gösterimi 1 saat süren belgesel için çalışmaların 4 ay sürdü. “Aşıkların Sözü Kalır-Murat Ertel Belgeseli” Büyükada Adalar Kültür Merkezi’nde ve Ankara’da gösterime sunulacak.
Trollerin savaşı bu kitapta
Miyase Sertbarut’un kaleme aldığı “Ünsüz Youtuberın Günlüğü Troller” Altın Kitaplar etiketiyle yayınlandı. Kitapta günümüzün en popüler mecrası olan sosyal medyada yaşanan trollerin ve sahte hesaplar aracılığı ile yapılan sosyal medya savaşları anlatılıyor. Hikaye çok ilginç: Ezgi’nin annesi belediye başkanlığı seçimi için aday olur. Onu bu yola iten ise reklamcı Ethem amcadır. Seçim kampanyasını o üstlenir. Ezgi ve arkadaşları da internette, sosyal medyada trollük yaparak karşı tarafı zayıf düşürmeye çalışacaktır. Tabii seçim kampanyasına dâhil olan çocukların karşısında elleri armut toplamayan rakipleri vardır. Böylece trollük iki tarafın da silahı hâline gelir. Bu mücadele, okuru bir yandan güldürürken bir yandan da reklamların hayatın her alanında algıyı nasıl değiştirebileceğini gözler önüne sermektedir.
Eğitim diyoruz ama hiçbir şey yapmıyoruz
Son yıllarda öğretmenlik mesleği çok ucuzladı. Üniversiteye giden öğrenciler promosyon niyetine formasyon eğitimi alıp öğretmen olma hakkını elde ediyorlar. Bu formasyon eğitimini alanların yüzde 90’ı “ilerde işsiz kalırsam öğretmenlik yaparım” mantığı ile olaya yaklaşıyorlar. Sadece bunlar değil, üniversiteye girişte de adaylar, öğretmenlik eğitimi veren bölümleri, işsiz kalınırsa yapılacak iş ya da daha popüler bölümlere puanları tutmazsa yazacakları bölümler olarak görüyorlar. “İstediğim bölüm olmazsa altlara öğretmenlik yazayım” mantığı ile yaklaşıla yaklaşıla öğretmenlik mesleği çöpe çevrildi. Böyle olunca zaten sıkıntıda olan eğitimin kalitesi de yerlere düştü. Bu, tüm branşlar için, geçerli ama sanat eğitimi veren fakülteler için daha da vahim. Oysa dünyada olay farklı. Mesela hep methedilen Finlandiya eğitim modelinde öğretmenlik mesleği inanılmaz önemli. Öğretmen olmak isteyenler tıpkı hukuk ve tıp fakültelerinde olduğu gibi ciddi bir başarı yakalamak zorunda, belirli bir başarı sırasına giremeyen öğretmenliği seçemiyor. Yani balık daha baştan kokar olayını bitirmiş adamlar.
Bir öğretmen en az yedi bin lira maaş almalı
Bu nerden aklıma geldi? Geçtiğimiz hafta YÖK bir açıklama yaparak Resim ve Müzik öğretmenliği eğitimi almak isteyenlerin başarı sırasını değiştirdi. AYT’den en düşük 300.000 başarı sırası aranırken bu, TYT’de en düşük 800.000’inci başarı sırasına dönüştürülmüş. Bu başarı sıraları öğretmenlik gibi önemli bir meslek için çok düşük. Hep eğitim sistemimiz kötü diye ağlıyoruz. Bu eğitim sisteminin kaliteli eğitmenlerle düzeleceğini biliyoruz ama bir şey yapmıyoruz. 800.000’inci başarı sırası çok düşük. Bunu kademeli kademeli yukarı çekeceksin. Önce 400.000 sonra 100.000’inci başarı sırasına girebilenler tüm öğretmenlik bölümlerine başvurabilecek. Bu kadar yeter mi? Şimdi, para olmayan yere neden girelim diyeceksiniz. Öğretmenlerin aldığı maaşları da yükselteceksin. Şu an bir devlet ilk - orta öğretim okulunda öğretmenlik yapan öğretmen tahmini 3.800 TL maaş alıyor. 30 saat ders vermek zorunda. Aslında akademisyenlere göre daha iyi. Bir dr. Öğretim üyesi ortalama vakıf üniversitelerinden 4.500 TL alıyor. Bunun üstünü verenler tabii ki var. Konumuz bu değil. Şimdi ticari düşünelim, ilk-orta okul öğretmeni 3.800 alıyor, yani yüksek lisans ve doktora yaparak yaklaşık beş sene daha fazla eğitimi doktoralılardan 700 TL fazla alıyor. O zaman neden çocuk öğretmen ya da akademisyen olsun.
Bu durum böyle sürdükçe bu ülke ilk – orta – lise ve yüksek öğretimde yerinde sayar. Burada YÖK’ün de hükümetin de bir şeyler yapması lazım. Milli Eğitim bakanı ve YÖK Cumhurbaşkanımız ile bir araya gelerek bir öneri paketi getirip eğitimcilerin şartlarını en yüksek seviyeye çekmesi bunun net çözümü bence. Eğitim veren bir ilk-orta okul öğretmeni en düşük yedi, sekiz bir lira maaş almalı. İşte o zaman biz Finlandiya modelini tartışabiliriz. Aksi halde bu eğitim sorunu devam eder.