Peygamberimiz, "Kişinin dini aklıdır; aklı olmayanın dini de yoktur." buyuruyor. Bu, dini sorumlulukları yüklenmek için "akıl"ın esas olduğunu ortaya koymaktadır.
Peygamberimiz, “Kişinin dini aklıdır; aklı olmayanın dini de yoktur.” buyuruyor. Bu, dini sorumlulukları yüklenmek için “akıl”ın esas olduğunu ortaya koymaktadır. Akıl, dinde çok şeydir. Kendisi olmadan hiçbir sorumluluk, hiçbir yükümlülük söz konusu olamayacak bir imtiyaz, bir yetenektir. Kur’an-ı Kerim onlarca ayette aklı çalıştırmayı; geçmişten, yaşanılan zamanda cereyan eden olaylardan, doğa yasalarından, evrendeki düzenin işleyişinden ibret almamızı istemektedir. Eğer bunlara dikkat edersek, bunlardaki incelik ve sırlara vakıf olursak, inanmamızın daha kolay olacağını açıklamaktadır. İbret almak için sadece bakmak yetmez; görmek ve duymak gerekir. Mekanik bakışın bir anlamı yoktur. İstenen; arayıcı, amaçlı, bilinçli şekilde bakmaktır. Ancak bu bakış bize aradığımızı gösterir, ibret almamızı sağlar. Kuran’da istenen de budur.
Cenabıhak Kuranıkerim’de aklı esas almış, buyruk ve yasaklarını, her türlü açıklamalarını akla yöneltmiştir. Büyük din bilginleri, hiç peygamber gelmeseydi, onlar bizi Allah’ın varlığından haberdar etmeseydi bile; biz insanlar aklımızla bir yaratıcının varlığına ulaşmak zorundaydık; çünkü aklımızın bu görevi ve bu sorumluluğu vardır, demişlerdir. Bu, akla biçilen değerin, yüklenen rolün önemini gösterir. Şu kadar var ki, dinde akıl, aydınlanmacıların iddia ettikleri gibi sınırsız değil, sınırlı bir güçtür. Özellikle bu, Allah, peygamber, ahiret gibi metafizik konularda daha da geçerlidir. Bunun içindir ki ünlü filozof Pascal, “Bana filozofların(aklın) değil, peygamberlerin haber verdiği Allah lazım” demiştir. Dinimizdeki tüm ibadetlerin farz oluşu ilk olarak akıl şartına bağlıdır. Akıl varsa diğer şartlar sıralanır. Akıl yoksa diğer şartların hiçbir anlamı kalmaz. Akıl sıfırların solundaki veya önündeki 1 (bir) gibidir. Eğer önde 1 (bir) olmazsa sonra gelecek sıfırların bir değeri olmaz. Hacı Bektaş Velî, aklın imandaki önemini şöyle ifade ediyor: “İman bir hazinedir. Akıl o hazinenin bekçisidir. Şeytan da o hazineyi çalmak isteyen hırsızdır. Eğer bekçi yani akıl olmazsa imanın çalınması, yitirilmesi söz konusudur.”
Dinde inanılacak esaslar bellidir. Yükümlü olunacak ibadetler de bellidir. İnanmak ve ibadetlerle yükümlü olmak için ön şart akıldır; ama bir de insanın herhangi bir konuda ikna olması, tatmin olması söz konusudur. Bunun da yeri kalptir. Bazen insanın aklı bir şeye yatar; fakat kalbinde tereddütler bulunur. Yeterli şekilde ikna olmamıştır; gönlünde bir darlık, bir huzursuzluk vardır. İşte din, insana yüklediği görev ve sorumluluklar için onu aklen olduğu kadar kalben de tatmin etmeyi, huzura erdirmeyi hedef alıyor. Bunun için akılla birlikte kalbe de hitap ediyor. Kur’an-ı Kerim’de bu anlamda ayetler vardır. Esas körlüğün gözlerin görmemesi değil, kalplerin anlayışsızlığı olduğu dile getiriliyor. Bu ayetlerin ikisi şöyledir:
“...Ama gerçek şu ki, sadece gözler kör olmaz; lakin göğüsler içindeki kalpler kör olur” “Onlar, öyle kimselerdir ki, kalpleri vardır anlamazlar; gözleri vardır görmezler; kulakları vardır işitmezler. İşte bu gibiler hayvanlar gibidir; belki daha da sapık!” Kur’an-ı Kerim’de bu şekilde başka ayetler de vardır. Bunlar, imanda ve inkârda akılla beraber kalbin de rol üstlendiğini şüpheye yer bırakmayacak şekilde açıklamaktadır. İnsanın bazı şeyleri görmesi, yani anlaması, kalp gözünün açık olmasına bağlanmıştır. İnanmış insanda bunun adı ferasettir.