Bana sağlıkçı dediğiniz zaman ben tüm canlıların sağlığı ile ilgilenen insanları düşünürüm.
Korona morona derken günler geçiyor. Geçiyor ama çok boş geçiyor. Bir yandan sağlık konusunda tedirginiz, bir yandan ekonomik anlamda tedirginiz, bir yandan sosyal, bir yandan psikolojik özetle her açıdan boğulmuş durumdayız. Bu süreçte tabii ki dünya dönüyor. Hayatın diğer alanlarında da yaşam devam ediyor. Meclisimiz de çalışmaya devam ediyor. Yeni kanunlar da çıkıyor. Son dönemlerde sağlıkçıların güvenliğine yönelik koruyucu yaptırımlar içeren yasa hepimizi mutlu etti. Böylece canı sıkılan kimse artık sağlık mensuplarına saldıramayacak, duygusal fırtınalarının intikamını sağlık mensuplarından alamayacak. Bu kanun sağlık çalışanlarına bir moral oldu. Ancak bu kanunun sadece insan sağlığı ile çalışanları içermesi ve mesela veterinerleri içermemesi bir detay olarak akıllarda kaldı. Bana sağlıkçı dediğiniz zaman ben tüm canlıların sağlığı ile ilgilenen insanları düşünürüm. Yani hem insanların hem de hayvanların. Hatta eczacılar da bir nevi sağlıkçıdır. Böyle güzel bir kanun çıkartılırken veterinerler neden bu kanun kapsamında sağlık çalışanı olarak görülmedi anlamadım. Eczacılar da bu kapsam dışında kaldı ki onunda nedenini anlamadım. Dilerim gelecekte bu alanlardaki sağlıkçılar da bu kapsam içine alınır.
YÖK’ten bir güzel bir kötü haber
Bu hafta torba yasa paketinde yüksek öğretimi de ilgilendiren bir yasa çıktı. Yüksek öğretim ile ilgili kabul edilen yasa paketinde bir tane çok güzel bir tane de tartışmalı madde var. Çok güzel olan madde vakıf yani para karşılığı eğitim veren üniversitelerle ilgili. Yeni yasaya göre paralı eğitim veren üniversiteler artık öğrencilerinin yüzde 15’ine burs verecek. Bu mecburi oran daha önce yüzde ondu. Bu yeni uygulama ile beraber 10.000 öğrenci daha para vermeden tam burslu eğitim alabilecek. Bu, sosyal devlet adına çok güzel bir olay. YÖK Başkanı Yekta Saraç’ın sosyal medyta hesabından heyecanla paylaştığı bu gelişme beni de bir vatandaş olarak çok mutlu etti. Tam burslu eğitim alan çocuklarımızın sayısının artması çok güzel bir gelişme. Bir diğer güzel gelişme de paralı eğitim veren üniversitelerin de (vakıf üniversitesi demek gelmiyor içimden çünkü bu paralı eğitim veren vakıf üniversitelerin çok büyük bir bölümü vakıf olmaktan çok bir ticarethane gibiler)çalışan yaklaşık sayısı 23 bini bulan akademisyen ve öğretim üyeleri hakkında oldu. Vakıf üniversitelerinde çalışan öğretim elemanlarına ödenen maaş ücretleri, devlet üniversitelerinde çalışan emsallerinden daha düşük olamayacak. Bu uygulama serbest piyasada çalışan, patronların yönettiği vakıf üniversitelerinde, patronların akademisyenlerine birer ucuz işçi muamelesi yapmasının önüne geçecek. Son yıllarda bu üniversitelerde çalışan hocalara çok ciddi haksızlıklar yapılıyor, bu akademisyenler çok ağır mesailer altında ucuza çalıştırılmak isteniyor. Bu kanunun çıkması ve devlet üniversiteleri çalışanları ile vakıf üniversitesi çalışanlarının aralarındaki maddi ve manevi farkların eşitlenmesi gerektiğini bu sayfalarda defalarca yazdım. İş öyle bir hale geldi ki, devlet üniversitesinde akademisyen olmak çok daha karlı bir işe dönüşmüştü. Çünkü paralı eğitim veren vakıf üniversiteleri akademisyenlerine bir akademisyen, bir hoca gibi değil, bir ağır işçi gibi davranıyordu. Bu yasalar beni YÖK adına bir kez daha umutlandırdı. Ammmmaa bir konu var ki ilk günden beri hep karşıydım. Bu konu Türkiye’nin kanayan akademik yarası doçentlik unvanı.
Ucuza akademisyenlik fırsatı
Şimdi olaya gelmeden önce konuyu herkesin anlayacağı bir dille anlatmak istiyorum. Türkiye’de doçentlik çok önemli bir unvandır. Aslında dünyada doktora daha önemli, profesör bile olsanız size doktor derler. Ama nedense bizde bu unvanların kompleksleri çok yüksektir. Doçentlik, profesörlüğe giden yolda en önemli adımdır. Bu adımı aştınız mı, sonra profesör oluyorsunuz. Bir nevi baraj gibi diyelim. Bu barajı aşmak sağlık eğitimi alanların meşhur tus (tıpta uzmanlık sınavı) gibi. Bu da doçentliği değerli kılan bir konu. Eskiden bu doçentlik unvanını almak için bir kaç sene uğraşmak ve ciddi ciddi çalışmak gerekiyordu. Önce dört, beş sene kadar akademik yayın yapar, sonra o yayınları toplar ve yazılı sınav dedikleri o yayınlarınızın değerlendirildiği yazılı sınava girerdiniz. Bundan geçtiğiniz zaman asıl maçın başladığı sözlü sınav serüveni başlardı. Bu sözlü sınavda Türkiye’nin dört bir yanından beş tane kıdemli profesör gelir ve sizi bir güzel silkelerdi. Yani sağlam bir sozlü sınavdan geçer ve o jürinin en az üç tanesinin “tamam” demesi ile doçent olurdunuz. Ya da bir sonraki jüri sınavına girerdiniz, sadece sözlü sınav süreci bir sene sürerdi. Üç kez sözlü sınavdan kaldığınızda doçentlik başvuru hakkınız biterdi ve sil baştan maça yeniden başlardınız. Doçentlik sınava başvuru hakkınız ise yılda iki kezdi. Özetle zor bir süreçti. Ciddi ciddi çalışmak, kendini hem kültürel anlamda, hem sektörel anlamda hem de akademik anlamda geliştirmeniz gerekirdi. Bunu başaranlar, bu zor süreçten geçenler, alınlarının teriyle adam gibi bir doçent olurdu. Bu zor süreç akademisyenin hayatına hem madden hem de manen yansırdı.
Son bir kaç yılda bu sınav sistemi çok tartışılmaya başlandı. Bu konudan rahatsız olan bir kesim bir kamu oyu oluşturdu ve sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve ekibini yönlendirerek bu sınav sistemini değiştirtti. Yeni sınav sisteminde az önce dile getirdiğim sözlü sınav kaldırıldı. Bu yeni uygulama ile yazılı çalışmaları içeren değerlendirmenin sonucunda onay alanlar hemen doçent olmaya başladı. Bir anda binlerce kişi doçent unvanını aldı. Bu düzenleme benim gibi gelenekçi ve biraz da eğitimde “mantıklı zorlukları” savunan akademisyen ve insanlar tarafından çok sert eleştirildi. Sınav sistemi “pat” diye değiştirildi ve ortalık doçent cennetine döndü. Hak eden de doçent oldu hak etmeyeden de doçent oldu. Tam bu sınav sistemini eleştirirken, bu hafta torba yasadan bir yasa daha çıktı ve doçentlik sınavına bir kolaylık daha getirildi.
Doçent adaylarına promosyon yasası
YÖK Başkanı Saraç, yaptığı açıklamada: “Artık doçent adaylarının başvuru bekleme süreleri daha da kısalacak. Ayrıca doçentlik süreçlerini hızlandırmak maksadıyla dijital imkanlardan yararlanmak da bu yasal düzenleme ile mümkün olacak.” dedi. Yani yılda iki kez yapılan doçentlik başvuru sayısı artacak. Bir başka deyişle yılda iki kez değil belki de birkaç kez başvuruda bulunabileceksiniz. Bu yeni yasayla birlikte artık doçent olma konusundaki tüm zorluklar yerini bir “doçentlik promosyonuna” bıraktı. Yasalar çıktıkça bu iş kolaylaşıyor. Doktor olmak zaten kolay, Doçent olmak daha da kolay. Hem de çok kolay. O zaman bu işin niteliği nasıl ölçülecek anlamadım. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Sağlık eğitiminde uzmanlık sınavının kaldırılarak mezun olanların piyasaya salınması gibi bir şey.
Hedef Türkiye’deki akademisyen sayısını çok mu göstermek? Yoksa bu sınavı kolaylaştırarak oy mu toplamak?. Hedef paralı eğitim veren üniversitelere doçent arzını arttırarak onların o doçentleri maddi ve manevi anlamda daha fazla “patron hesabı” ile sömürmesine mi olanak sunmak? Yoksa bir takım insanları mı mutlu etmek?
YÖK’ün akademisyenlerin niteliksel anlamda geliştirmesine yönelik bazı zorlayıcı çalışmalar yapmak yerine akademisyen olmaya çalışanlara yönelik promosyonlarını görmek beni çok şaşırtıyor. Elbette bu sadece YÖK’ün elinde değil. Yekta Saraç idealist bir yönetici ve yapı olarak öyle ucuz kolaylıkları destekleyecek yapıda biri değil. Burada sanırım devlet büyüklerimizin yüksek öğretim politikasında bir sorun var. Bu akademik unvanların promosyonlarla dağıtılmasının Türkiye’ye nicel anlamda bir getirisi olabilir, yani dünyaya bizim şu kadar profesörümüz şu kadar doçentimiz var diye hava atabiliriz. Ama bu akademisyenlerin nitelikleri incelendiğinde bırakın hava atmayı, rezil oluyoruz.
Kaliteyi daha da düşürecek
Zaten yurt dışındaki akademisyenlerimizin saygınlığı çok düşük. Türkiye’de akademisyenlik artık, “yapacak iş bulamadım bari öğretmen olayım” mantığı ile ilerliyor. Korona döneminde her akşam akademisyen sağlıkçıları televizyonlarda görüyoruz, aralarında çıkan kavgaları izliyoruz. Yapılan yorumların ne kadar çaresiz ve ezber olduğunu görüyoruz. Çok az profesör çıkıp kendi çalışmalarından hareketle yorumlar yapabiliyor. Geçen hafta bir profesör çıkıp sosyal medya hesabından korona virüsüne çare bulduğunu ve bunu hemen laboratuvar ortamında uygulamak istediğini, yani sağlık dilinde faz olarak adlandırılan bazı ön testleri yapmadan direkt insanlara uygulama konusunda sağlık bakanlığından destek istediğini söyledi. Bizim mal medyamız da bunu bir nimet sanıp pohpohladı. Neyse ki ülkede hala iyi akademisyenler var da bu açıklamayı yapan akademisyene tepkiler geldi. O profesör de aldığı tepkiler üzerine yine sosyal medya aracılığı ile çark etti ve yalnış anlaşıldığını söyleyerek olayı kapattı. İşte Türkiye’nin ortalama akademisyen profili bu.
Niteliksiz akademisyen cenneti Türkiye
Sen eğer sınavları azaltır, sınavları kaldırır, markette satılan gazeteler gibi unvanları promosyon niyetine dağıtırsan, bu kısa yoldan bir yerlere gelme zihniyetini motive eder ve zorluklardan kaçan bir kitle yaratırsın. Bunu zaten normal insanlarda başardık, herkes kısa yoldan köşe olma derdinde. Akademisyenliğe de uygulamaya başladık, artık hayırlısı diyelim. Eczaneden bir antibiyotiği bile almak bile zor ama Türkiye’de yakında eczane veya süpermarketten doktora, doçentlik ve hatta profesörlük unvan diplomaları da almaya başlayacağız. Sonra da bol bol, “üniversitelerimiz neden dünyadaki üniversiteler sıralamasında yer almıyor?, “neden icatlar yapamıyoruz?”, “neden koronavirüse bir çare bulamıyoruz?” diye ağlıyoruz. Bu gidişle daha çok ağlayacağız. Buraya yazıyorum, bu yüksek öğretim politikası böyle devam ederse niteliksiz akademisyen cennetine dönüşen bir Türkiye göreceğiz. Bu ne anlama gelir biliyor musunuz? Bilim dünyasından uzak, yeniliklerden uzak kalmak anlamına gelir. Bu, bir üçüncü dünya ülkesi olarak her zaman ezik kalmak ve diğerlerini seyretmek anlamına gelir.
Korona günlerinde kim dinlendi?
Korona salgınının kendisini en yoğun gösterdiği ay nisan oldu. Nisan ayında şirketlerin çoğu kepenk indirdi, #evdekal kampanyası uygulandı. Türkiye tarihinde nerdeyse yirmi yıl sonra ilk kez sokağa çıkma yasağı yaşandı. Özetle Türkiye son çeyrek yüzyılda en çok evde kaldığı dönemi yaşadı. Evde kalanlar ister istemez sınırlı bir hayat yaşıyorsunuz. Bu sınırlı yaşamda insanlar medya ile müzikle daha fazla haşır neşir oldu. Bende merak ettim, acaba nisan ayının ilk yarısında radyo ve televizyonlarda en çok yayınlanan şarkıları araştırdım.
Türkiye’de yayın yapan radyo ve televizyon kanallarında yayınlanan şarkıların dijital ölçümlenmesini yapan Telifmetre verilerine baktım. 1-15 Nisan tarihleri arasında medyada en fazla yayınlanan şarkı Gökhan Özen’in “Firardayım” adlı şarkısı olmuş. Uzun zamandır ortalıkta olmayan Gökhan Özen, bu yeni şarkısı ile iyi bir dönüş yaptı. Üstelik şarkısı tam korona salgını dönemine geldi. İşin daha da vahimi Gökhan Özen, korona salgını günlerini Amerika’da yaşıyor. Son yıllarda ABD’de yaşayan Gökhan Özen, şu aralar oradaki evinde #evdekal günleri yaşıyor. Albümünün tanıtımı ile ilgili hiç bir şey yapamadı. Şarkı kendi kendine yürüdü ve medyada nisanın ilk yarısında en çok yayınlanan şarkı oldu. İkinci en çok yayınlanan şarkı Berkay’ın “İki Hece” adlı şarkısı, üçüncü en çok yayınlanan şarkı ise Murat Boz’un “Can Kenarım” oldu. İşte korona döneminde insanların en çok dinlediği yirmi şarkı.
Korona Belgeseli TRT Belgesel’de
TRT Belgesel Türkiye ve dünya gündemine damga vuran ve tüm insanlığı tehdit eden koronavirüsü ile ilgili bir belgesel yayınlamaya başlamış. Belgeselin adı “Küresel Tehdit. Belgeselde KOVİD-19 virüsünün kıtalar arası yolculuğu, yapılan fedakarlıklar, kriz dönemindeki alınan zorlu kararlar ve hiç duyulmamış ilham kaynağı hikayeleri yer alıyor. Altı bölüm olarak tasarlanan belgeselin ilk bölümünde Çin’de başlaya salgının, milyonluk bir şehrin nasıl karantinaya alınmasına yol açtığı konusu işlendi. TRT Belgesel bu programıyla iyi bir belgesel kanalının gündemi de içine alarak nasıl da dinamik bir belgesel kanalı olunması gerektiğini göstermiş oldu. İyi bir belgesel kanalı sadece eski püskü belgeseller yayınlayan bir kanal olmamalı, aynı zamanda güncel konuları da içeren belgeseller de yayınlamalı.
ÜÇ ay adam kovmak YASAK !
Son yıllarda Türkiye’nin sosyal devlet anlayışına yakışan en güzel davranışı işçilerin iş akdini yasaklayan fesih yasağını uygulayan kanun Cuma günü resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdi. Bu yasak Türkiye’de uzun zamandır özlediğimiz sosyal devlet anlayışına müthiş bir örnek oldu. Daha önce maske dağıtımını ücretsiz sunan devlet patronların koronayı fırsata çevirme hırslarına karşı çok güzel bir önlem aldı. Bu kanun ay başında Yunanistan’da da çıkmıştı. Yunan başkanı Mitsotakis korona salgını döneminde üç aylığına işçilerin iş akdinin feshedilmesini ya da bir başka deyişle işçilerin kovulmasını yasaklayan bir kanun çıkartıldığını söylemişti. Bunu duyunca “keşke bizde de olsa” diye düşünmüştüm. Derken bir iki hafta sonra müjdeli haber geldi, önce dedikodusu açığa çıktı, sonra ön açıklama geldi, sonra da 18 Nisan Cuma günü resmi gazetede yayınlanarak kanunlaştı. Türkiye de üç ay süre ile işçilerin kovulmasını engelleyen kanunu uygulamaya geçirdi.
Konu ile ilgili İstanbul Kültür Üniversitesi İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Dr. Öğr. Üyesi Ender Demir, “İşveren üç ay boyunca, ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırılık hariç iş sözleşmesini feshedemeyecek. Ücretsiz izne ayrılan veya iş sözleşmesi feshedilen işçilere işsizlik ödeneği ödenecek. İşveren, üç aylık süreyi geçmemek üzere işçileri tamamen veya kısmen ücretsiz izne ayırabilecek” dedi.
Üç ay boyunca ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırılık olmadığı sürece iş sözleşmesini feshedemeyeceğini ifade eden Demir, “Ücretsiz izne gönderilen işçiler bu gerekçeyi ileri sürerek iş sözleşmesini feshedemeyecek. Bununla birlikte kısa çalışma ve kısa çalışma ödeneğinden yararlanma imkanı olan işçiler ise ücretsiz izne zorlanamayacak. Bu işçiler için muhakkak ilk etapta kısa çalışma ve kısa çalışma ödeneğine başvurulacak. Burada önemli olan nokta ise kanunda öngörülen ücretsiz izin uygulamasının sadece fesih yasağı öngörülen üç aylık süre için geçerli olmasıdır. Bu süre geçtikten sonra tek taraflı olarak ücretsiz izin kullandırılamaz.” dedi.
Uyanık patronlara uyarı
Ben bizim patron takımını iyi bilirim, şimdi eleman kovamadıkları için elemanlarına ücretsiz izin verme planları yapmaya başlayacak ve üç aylığına tasarruf ederek devletini kazıklama ve devletin iyi niyetini suistimal etmeye çalışacaktır. Bunların çok dikkat etmesi lazım. Neden mi? Bunun nedenini Demir şöyle anlatıyor: “İşverenin hatalı bilgi ve belge vermesi nedeniyle yapılan fazla ve yersiz ödemeler ise yasal faizi ile birlikte daha sonra işverenden tahsil edilecek”. Yani patronlar eğer “ben korona döneminde zarar ettim, bilmem ne gibi palavralarla personeline ücretsiz izin verip, devletin bu iyi niyetini suistimal ederse, daha sonra bunun faturasını ödeyecek. Bunun için herkes antenlerini açsın ve bu tarz tezgahlara girenleri anında tespit edip devlete şikayet etsin. Bu ara bu üç aylık yasa, koşullara göre cumhurbaşkanı tarafından altı aya kadar uzatılabilecek. Herkes el ele versin, uyanıklar uyanıklığı bıraksın ve bu kötü günleri hep beraber atlatmaya bakalım. Bu yasa için her “evet” diyen milletvekiline ve evlat büyüklerine bir duyarlı vatandaş olarak minnetlerimi sunuyorum.