Almanya, Almanya olalı böyle bir olay yaşamamıştı.
CDU’nun kardeş partisi CSU, 14 Ekim 2018 tarihinde yapılacak olan Bavyera Eyalet Seçimi öncesi tam bir panik halinde “ne yaptığını bilmez” durumda. Sadece Şansölye Merkel’in geleceğini ya da Federal Hükümeti oluşturan koalisyonu değil Almanya’nın ve AB’nin “temellerini” sarsmakta. “AB değerleri” adına ne varsa ayaklar altına alınmakta. CSU kısaltmasını açacak olursak “Hristiyan Sosyal Birlik” adındaki bu partinin Hristiyan adına ne derece layık olduğu bu son çıkışı sonrası ne kadar tartışıla azdır. Hele “sosyal” kelimesi bu partinin sığınmacılar konusundaki duruşuna baktığımızda tam bir “çelişki”. CSU’da “sosyal” olan hiç bir şey bulmak mümkün değil.
14 Ekim 2018 tarihinde yapılacak olan Bavyera Eyalet Seçimi’ni AfD kazanmasın diye AfD’den beter bir parti haline dönüşen CSU seçimi kazanamaz ve AfD kazanırsa belki de hiç şaşırmamak ve üzülmemek gerekecek. Çünkü “AfD ne istiyor ?” biliyoruz. CSU’nun bundan böyle “neler isteyebileceği” konusunda ise en ufak bir tahminde bulunmak zor. Hatta kaygılanmak gerekiyor!
CSU, AfD’den daha fazla “sığınmacı düşmanlığı” yaparak Bavyera’da iktidarını kurtarma pahasına Almanya ve Avrupa’nın en hassas değerleri ile oynamakta. Almanya Anayasası’nın Sığınma Hakkı ile ilgili geçmişte Almanların gurur duyduğu paragrafın artık hiç bir anlamı kalmamak üzere. CSU, “gözü dönmüş” ve “çılgın” bir vaziyette AB’nin insan hakları alanında var olduğuna inanmak istediğimiz değerlerini “oy avcılığı” uğruna feda etmiş durumda.
CSU’nun bu hali sadece CDU’yu ya da Almanya’yı değil tüm Avrupa’yı tehdit eder bir halde.
AB üyesi ülkeler ile bazı üye olmayan Avrupa ülkelerinde ırkçıların ve aşırı sağcı radikal parti ve de grupların önlenemez yükselişi yetmiyormuş gibi şimdi bir de CSU onlara katılmak üzere. Üstelik bir “merkez partisi” olarak ırkçıların yanında yerini aramakta. AB adına çok “acı” bir gelişme.
Tam da “aşırı sağcı radikal” bir partinin federal düzeyde iktidarda olduğu Avusturya’nın AB Dönem Başkanlığı’nın başladığı Temmuz ayının ilk günlerinde Almanya’da CSU’nun “sığınmacıların sırtından” neden olduğu hükümet krizi zamanlama olarak çok ilginç oldu.
Hoş zaten Avusturya’nın AB Dönem Başkanlığı ve hemen Türkiye düşmanlığı yaparak bu dönem başkanlığına “start veren” Başbakanı Sebastian Kurz ilk iş olarak Haziran ayı sonunda hemen Münih’te CSU Başkanı ve Bavyera Başbakanı Markus Söder’i ziyaret ederek CSU’nun yanında olduğunu gösterdi. Markus Söder çizgi olarak federal hükümet krizine neden olan CSU’lu federal içişleri bakanı Horst Seehofer’den daha da sert bir sığınma politikası talep ettiğinden Kurz ile çok iyi anlaşmakta.
Kurz, Söder ya da Seehofer artık yalnız değiller. Örneğin İtalya’nın yeni İçişleri Bakanı Matteo Salvini onların arayıp da bulamayacağı bir “aşırı sağcı” politikacı. Sığınmacı düşmanlığı konusunda ne Kurz ne de Söder onunla yarışabilirler.
Türkiye’yi “yeterince demokratik” bulmadığı iddiası ile “AB üyesi yapmayan” AB’nin artık kendi üyelerinin ne kadar demokratik olduğu tartışılır halde! Her gün bir başka AB üyesi ülke ya da bir AB üyesi ülke yöneticisi AB değerlerini çiğneyen kararlar almakta ya da açıklamalar yapmakta.
AB’nin demokratları yarın “son Mohikan” rolünü üstlenmek istemiyorlarsa artık tavır almak zorundalar. “Türkiye düşmanlığını” CSU, Kurz, AfD, Le Pen ya da Söder zaten “çok iyi” yapmaktalar. Bunun için SPD’ye, Yeşiller’e ya da Liberallere hatta CDU’ya ihtiyaç yok.
Hristiyan ve sosyal demokratların, yeşillerin ve liberallerin Müslümanları ve özellikle de Türkleri karşılarına almak yerine yanlarına çekmeleri ve bu insanları kazanmaları Avrupa kıtasının geleceği açısından hayati önem taşımakta. Hristiyan ve Müslüman demokratlar Avrupa’da demokrasinin “garantörü” olmak zorundalar. Avrupa’nın ırkçıların ve aşırı sağcı radikallerin tehdidi karşısında demokrasiye sahip çıkan tüm Avrupalıların birlikteliği çok önemli. Bu açıdan Türkiye’nin de kazanılması şart.
AB değerlerini hep birlikte savunmak zorundayız!