Alternatifsiz bir âidiyet ve kimlik başlığı olarak "Devlet" kavramının ön plânda olması güven verse de, devletimizin şu anki yapısı, bu güvenin suistimâl edilmesini engelleyememektedir.
“Oruç, Ramazan bayramından sonra; hac, Hicaz’dan geldikten sonra başlar” diye bir söz vardır. Benim için de 15 Temmuz, 15 Temmuz’dan sonra başlar ve 365 gün devam eder. Aksi takdirde yılda bir hatırlanan Anneler Günü, Sevgililer Günü gibi bir hâle gelme tehlikesi vardır.
15 Temmuz’un üçüncü yıl dönümü akşamı HaberTürk’te Mehmet Âkif Ersoy’un sunduğu 15 Temmuz Özel adlı programda kalabalık bir konuk kadrosu vardı. Konuklar: Prof.Dr. Ersan Şen, Genelkurmay İstihbarat eski Başkanı emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin, Posta gazetesi yazarı Nedim Şener, emekli tümgeneral Ahmet Yavuz, Independent Türkçe genel yayın yönetmeni Nevzat Çiçek, Nasuhi Güngör ve Cumhurbaşkanımızın avukatı Hüseyin Aydın.
İsmail Hakkı Pekin, Millî Savunma Üniversitesi’nde gruplaşmaların olduğunu iddia etti ve üniversitenin yetkili birimlerinden bu konuyla ilgili düzeltme ve açıklama geldi. Sayın Cumhurbaşkanımızın avukatı Hüseyin Aydın, FETÖ yapılanmasının devlete sızmasının ve mücâdeledeki aksaklıkların sebepleri arasında devlet mekanizmasının doğru işlememesini işâret etti. Konukların hepsinin üzerinde mutâbık kaldığı konu, bürokraside resmî hiyerarşi dışında bir hiyerarşi olamayacağı ve başka âidiyet ve kimliklerin bürokrasiye etki yapmamasıydı. Bunun gerçekleşmesi için de en önemli unsurun liyâkate önem verilmesi olduğu üzerinde duruldu.
Programdaki konuların ana başlığı, üzerinden üç yıl geçmiş olan 15 Temmuz darbe ve işgâl girişiminin tekrarlanmaması için nerelerin yapılması gerektiği idi. Konu diğer darbelerle biraz dağıldı. Program sırasındaki tartışmalarda aklımda birçok soru oluştu.
Kamu görevinde dış kimlikler ve dış âidiyetler nasıl engellenir, engellenebilir mi? Liyâkat tek başına çözüm olur mu? Kamu görevi ideolojiyi kaldırır mı? Kamu görevlilerinin devlete âidiyet dışında başka bir âidiyet içinde olmaması mümkün mü? Mezun olunan okul, tutulan takım, hemşeri ve benzeri âidiyetleri yok farz etmek ne kadar gerçekçi olur? Cemaat kimliği, ideolojik kimlik gibi farklı âidiyetlerin önü alınsa bile, insanların mezun oldukları okul, tuttukları takım, dinledikleri müzik, oturdukları semt ve daha nice konuda klikleşmesinin önünü almak gerçekten mümkün olur mu? Yoksa bunları yok saymak yerine, resmîleştirilmesi çözüm olabilir mi?
Hüseyin Aydın, FETÖ ile mücâdelede ve benzer yapılanmaların oluşmasının engellenmesinde sâdece devlet organları değil, başta Diyânet ve üniversiteler olmak üzere toplumun bütün kesimlerine görev düştüğünü; sosyologların, psikologların bu konu üzerinde çalışması gerektiğini vurguladı.
Bir sosyal antropolog olarak çözüm önerimi belirtmeden önce şu notu düşmem gerekir. Alternatifsiz bir âidiyet ve kimlik başlığı olarak “Devlet” kavramının ön plânda olması güven verse de, devletimizin şu anki yapısı, bu güvenin suistimâl edilmesini engelleyememektedir. Devlete hâkim olan ideoloji, kendisini mutlak ve tek doğru olarak kabûl etmekte ve “devlete âidiyet adı altında” kendi âidiyetini tesis etmektedir.
Çözüm önerisi
Bir sosyal bilimci akademisyen olarak çözüm önerim şudur: Devlet mekanizması, her şeyin yapıldığı, her şeyin başlayıp her şeyin bittiği, gücün ve icraatın mutlak merkezi olarak görüldüğü yapıdan çıkarılarak hantallıktan kurtarılmalıdır. Devletin her makamı, bâzı kesimler tarafından ele geçirilecek güç kaynağı olarak görülmekten çıkarılmalı ve “kazanılan kale” veya “kaybedilen kale” anlayışı devlet makamları için söz konusu olmamalıdır. Bunun yolu da devletin, hantal yapısından kurtularak küçülmesi ve daha işlevsel hâle gelmesidir. Bunun güzel bir örneği, TSK’nın profesyonelleşmesi yönünde atılan adımlardır.
Devletin bâzı makamlarını, bâzı kesimlerin hedefi hâline gelmesini engellemenin en pratik yolu, bu makamların kaldırılması veya işlevlerinin yeniden yapılandırılmasıdır. Örneğin şu anda, herhangi bir siyâsî parti genel başkanı “başbakanlık” gibi bir makama gelmeyi düşünmemektedir, çünkü artık böyle bir makam yoktur. Başbakanlık makamının görevleri, Cumhurbaşkanlığı hükûmet sisteminde yeniden şekillendirilmiştir.
Devletin yargı ve güvenlik (asker ve polis) dışındaki hantal yapılanması küçültülerek, bu hantal yapıya tanımlanan işlev ve görevlerin, özel sektör ve sivil toplumun üstlenmesi sağlanabilir. Burada devlet, işlevci yapının yükünden kurtulduğu için, özel sektör ve sivil toplumdaki yapılanmalardaki tehdit unsurlarını engellemede daha verimli çalışacaktır. TSK’nın 900 bine yaklaşan silah altındaki personel sayısının profesyonel orduya geçişte azaltılması gibi, devlet memuru sayısı da tedricen azaltılmalıdır. Buraya harcanan kaynak ve daha önemlisi insan enerjisi, devletin kendi bürokratik hiyerarşisine aktarılabilir.
Özelleştirme sürecinde aksayan taraflar gözden geçirilerek özel sektörün verimliliği devlet bürokrasisine örnek olabilir. Devlet memurluğu ile ilgili yasal değişiklik yapılıp devlette, bir işi on kişinin yapmasının önüne geçilmelidir. Çünkü bu kadar büyük kadro şişkinliği içinde, devlet hiyerarşisi dışındaki yapılanmalar kendilerini kolayca gizleyebilmektedir.
Devlete sızmak isteyen hiçbir grup, özel sektörü hedef alamamaktadır. Günümüzde ekonomimizin önemli özel sektör kuruluşları olan Koç, Sabancı, Eczacıbaşı, Zorlu, Demirören, Doğan, Doğuş, Anadolu gibi özel sektör kuruluşların, belli yapılar tarafından ele geçirilecek hedefler olarak görülmemesinin en önemli sebebi, yönetim yapılarının ve karar alma mekanizmalarının, işlevci olmasıdır. Bunu sağlayan da ticârî hedeflerinin iyi tanımlanmış olmasıdır. Devletin rolü de daha verimli hâle getirildiğinde, özel sektör için geçerli olan şartlar, devlet içinde geçerli olacaktır.
Devletin rolü
Devletin rolü, “her şeyi yapan” durumundadır. Türkiye Cumhuriyeti devleti “ulus yaratmak” ile Sümerbank’ta “çizgili pijama kumaşı satmak” arasında sayısız sektörde yer alarak hantal ve ele geçirilmesi kolay ve cazip bir hedef hâline gelmiştir. Yapılan düzenlemelerle azalmasına rağmen, bu olumsuz durum devam etmektedir. Cumhurbaşkanlığı hükûmet sisteminin ilk yılında yaşanan aksaklıkların sebeplerinden bâzıları da buna dayanmaktadır.
Devlet, başta eğitim olmak üzere, her kurum ve kuruluşuyla halkına ideoloji dayatan bir yapıdan âcilen kurtarılmalıdır. Zira bu ideoloji, hangi ideoloji olursa olsun, halkın FETÖ gibi yapılanmalara karşı hassâsiyetini köreltmekte ve FETÖ gibi yapılanmalar bu ideolojinin yerine kendi ideolojilerini koyabilmektedir. Devletteki “ideoloji mecrâsı”nın en büyük tehlikesi budur. “Din devleti” olmanın sakıncaları “ideoloji devleti” olmaktan farksızdır.
Devletin günümüzdeki yapısını bir futbol kulübüne benzetirsek, şunu söyleyebiliriz: Aynı (ve kim olduğu belli olmayan bir) kişi, hem kulüp başkanı, hem teknik direktör, hem takım kaptanı, hem on bir oyuncunun her biri, hem taraftar, hem futbol federasyon başkanı, hem amigo hem de altyapı sorumlusudur. Böyle bir futbol takımı düşünülemez ama devletin bu yapı içinde çalışıp halkını memnun etmesi ve FETÖ gibi yapılarla mücâdele etmesi beklenmektedir.
Devlet, “her şey olmak” rolünden kurtarıldığında hem FETÖ hem de FETÖ benzeri yapılanmalara karşı bağışıklık sistemini organik olarak güçlendirecektir. Böylece devletin gerçek sâhibi olan halk için, 15 Temmuz gecesi özelinde yaptığı fedâkârlığı, her zaman ve ölüm-kalım tehlikesi yaşamadan yapma zemini de oluşacaktır.