Bunlardan biri de Anadolu'dan üç kıtaya yayılan, babadan oğula geçen mutlak monarşi ile yönetilen Osmanlı Devleti idi. Osmanlı'nın yıkılmasından sonra yerine Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları tarafından 29 Ekim 1923'te Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.
Dünyada insan topluluklarının bir araya gelerek kavimleri oluşturması ve daha sonra da irili ufaklı devletler kurması tarihin önemli kilometre taşlarındandır.
Bunlardan biri de Anadolu’dan üç kıtaya yayılan, babadan oğula geçen mutlak monarşi ile yönetilen Osmanlı Devleti idi. Osmanlı’nın yıkılmasından sonra yerine Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları tarafından 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. İşte bu devlet şu an 100’üncü yılını kutlamanın gururunu yaşamaktadır. Çok önem taşıyan ve bugün ikinci kez sandık başına gittiğimiz 28 Mayıs 2023 cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde 100 yıl boyunca bu makamda ve öncesinde başbakanlık makamında kimler, kaç yıl boyu oturmuş bir bakalım.
Devletin ilk cumhurbaşkanı Atatürk (29 Ekim 1923- 10 Kasım 1938) İsmet İnönü, (11 Kasım 1938- 22 Mayıs 1950) Celal Bayar, (22 Mayıs 1950-27 Mayıs 1960)
Cemal Gürsel (27 Mayıs 1960- 28 Mart 1966) Cevdet Sunay, (28 Mart 1966-28 Mart 1973), Fahri Korutürk,(6 Nisan 1973- 6 Nisan 1980) Kenan Evren (9 Kasım 1982-9 Kasım 1989) Turgut Özal,(9 Kasım 1889-17 Nisan 1993) Süleyman Demirel, (16 Mart 1993-16 Mart 2000), Ahmet Necdet Sezer, (16 Mart 2000- 28 Ağustos 2007), Abdullah Gül (28 Ağustos 2007 -28 Ağustos 2014), Recep Tayyip Erdoğan, 28 Ağustos 2014 günü Cumhurbaşkanı olup halen görevdedir. Bugün yapılacak olan seçimde rakibi Kemal Kılıçdaroğlu’nu geçerse, 8 yıl 8 aylık görev süresine beş yıllık bir süre daha eklenecek. Şayet seçimi kazanırsa Atatürk’e ait olan 15 yıl 12 günlük en uzun süre cumhurbaşkanlığı yapma rekoru geçilememiş olacak.
Parlamenter sistemde cumhurbaşkanlığı makamı bir anlamda sembolik olduğu için başbakanlık makamı önemli işleve sahip bir konumdaydı. Cumhuriyet’in ilanından sonra kurulan Cumhuriyet Halk Fırkası (Partisi) tek parti olarak uzun yıllar yönetimi üstlenmişti. Parti genel başkanı ve Cumhurbaşkanı olan Atatürk’ün ölümünden sonra yerine İsmet İnönü gelmiş ve ülkemiz 1946’da Demokrat Parti kurulana kadar tek parti sistemiyle yönetilmiştir. CHP, lideri İsmet İnönü’nün “Ortanın Solu” diye nitelediği, özünde devletçi bir politikayla ülkeyi 1950 seçimlerinde DP iktidarına kadar tam 27 yıl aralıksız olarak yönetti.
Bu döneme bir tepki olarak CHP’den ayrılan Adnan Menderes ve arkadaşları tarafından kurulan Demokrat Parti’nin iş başına gelişiyle kısaca sağcı ve karma ekonomiden yana diye tanımlanabilen yönetim şekli hayata geçirilmiş oldu. Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı sırasında 1 Kasım 1923’te ilk kez Başbakan olan ve 126 gün görev yapabilen İsmet İnönü 1924 yılında da Cumhuriyet Halk Fırkası oylarıyla ikinci kez ve 261 gün süreyle tekrar başbakanlık makamına oturdu.
Fethi Okyar’ın 1924-25 arası 101 günlük başbakanlığından sonra 4 Mart 1925’te tekrar Başbakan olan İsmet İnönü beş ayrı hükümete başkanlık yaparak 12 yıl boyu aralıksız görevde kalmayı başardı.
1937’de görevi partilisi Celal Bayar’a devretmek zorunda kaldı. İki dönemde 1 yıl 82 gün Başbakanlık yapan Bayar’ın yerine 1939’da Refik Saydam, 1942’de Şükrü Saracoğlu, 1946’de Recep Peker, 1947’de Hasan Saka, 1950’de Şemsettin Günaltay geldi, aynı yıl yapılan genel seçimleri Demokrat Parti kazandı ve Adnan Menderes de Başbakan oldu.
1960 darbesiyle idam edilen Başbakan Menderes’in yerine partilerüstü askeri yönetim Cemal Gürsel iş başına getirdi.
1961’den 1965’e kadar İnönü Hükümeti tekrar görev yaptı. Suat Hayri Ürgüplü Hükümeti’nden sonra 1965’ten 12 Mart 1971 askeri darbesine kadar Süleyman Demirel başbakanlık yaptı. Nihat Erim 1972’de görevi Ferit Melen’e, o da Naim Talu’ya devretti. 1974’te Ecevit 285 gün süreyle başbakan oldu. Ardından Sadi Irmak Başbakan oldu ve Süleyman Demirel 1976’da göreve geldi. 1977’de başbakanlığı devralan Ecevit koltuğu Demirel’e, Demirel 1978’de Ecevit’e, o da 1979’da görevi tekrar Demirel’e verdi.
Ardından askeri darbe Bülent Ulusu’yu başbakan yaptı. 1983’te Turgut Özal Başbakan oldu, 1989 yılında Yıldırım Akbulut ve 1991’de Mesut Yılmaz’dan sonra 1991’de Demirel başbakan oldu.
Tansu Çiller, 1991’de devraldığı görevi 1996’da Mesut Yılmaz’a, oda aynı yıl Necmettin Erbakan’a devretti. 1997’de Mesut Yılmaz tekrar devraldığı görevi 1998’de Bülent Ecevit’e devretti. 2002 yılında Abdullah Gül başbakan oldu. Recep Tayyip Erdoğan 2007’de aldığı görevi 2015’te Ahmet Davutoğlu’na devretti. O da başbakanlık görevini 2016 yılında Binali Yıldırım’a devreder. O da Parlamenter sistemin son başbakanı olarak tarihteki yerini alır. 100 yıllık bir siyasi geçmişi buraya sığdırmaya çaba gösterirken kafanızın karıştığının elbette farkındayım. Çok partili sistemin cilvesi bu olsa gerek. Sık değişen hükümetler ve başbakanlar ve de koalisyonlar. Son 20 yılda belki de en çok özlediğimiz bu ve benzeri durumların yine yaşanacağı günler yakın mıdır? Ne dersiniz?
Mutlu yarınlar Türkiye’m…
Karadan geldiler, havadan gidecekler mi?
Mülteciler de, sığınmacılar da sorun
Sonucu her ne olursa olsun ülkemizin siyasi tarihinde önemli bir yer alacak cumhurbaşkanlığı seçiminin öncesinde en çok konuşulan konuların başında mültecilerin ve sığınmacıların varlığı oldu. Sözlüklere baktığımızda mülteci (refugee), bir başka yere ya da başka ülkeye zorunlu olarak sığınan kimse diye tanımlanırken, sığınmacı sözcüğünü de siyasal nedenlerle ülkesinden kaçıp ya da ayrılıp bir başka ülkeye sığınan kimse olarak tanımlanmakta. En büyük sorun olan düzensiz göç de şöyle anlatılabilir.
Bir ülkeye yasa dışı olarak giriş yapmak, bir ülkede yasa dışı şekilde kalmak veya yasal yollarla girip yasal süre içerisinde çıkmamak anlamına gelmektedir Türkiye Cumhuriyeti devleti egemenlik hakkını kullanıp vatandaşımız olmayan bu gibi kişilerin ülkemize girişini reddetmek ya da ikamet izninin sona ermesinden sonra bu kişileri kendi ülkesine ya da başka ülkelere gönderme hakkına sahip.
Tüm dünyada olduğu gibi, ülkemizde de sığınmacılar ve mülteciler son yıllarda en önemli sorunlardan bir olmuştur.
Öncelikle Suriye’de çıkan iç savaştan kaçanlar, ardından Afganistan’daki karışıklıklardan sonra Taliban Rejimi’nin iş başına gelmesiyle vatanlarını bırakıp yurt dışına kaçanların başka ülkelerin yanı sıra en çok da ülkemize gelmesi bizim sosyal hayatımızı da alt üst etti.
Zorda kalana yardım etmek, aç kalanı doyurmak hem insanlığın hem de İslam dininin bir gereği. Sadece Suriyeli’lerin resmi sayısının 5 milyon olduğunu, yanı sıra dünyanın farklı ülkelerinden gelen ve gelmeye de devam eden sığınmacılar konusu bu gidişle başımızı ağrıtacak.
İzinli veya düzensiz olarak gelen yabancı sayısının 13 milyona kadar çıktığını ve bu sayının daha da artmasıyla ülkemizin bağımsızlığının ve bütünlüğünün zarar göreceğini söylemek hiç abartı olmaz.
Binlerce kilometre yolu aç susuz, ölüm tehlikesi altında gelip, Avrupa’ya gitmek isteyenler de engellendikleri için bizim topraklarımızda ikamet zorunda kaldılar.
Konunun yakın zamanda çözümlenmesi gibi bir durum yok. Binlerce insan farklı ülkelerden yola çıkıp, yeni bir yaşam için hayaller kuruyorlar. İşin en garip yanı da
amaçlarına ulaşmak için günler, hatta aylar boyunca yürüyerek geldikleri ülkelerden uçakla geri gönderiliyorlar. Bu onların belki de son yolculuğu oluyor.
Geri dönmemek için havalimanlarında direnen bu gibi yolculara uluslararası havacılık kuralları da sıkı müeyyideler uygulamaktan hiç de geri kalmıyor.
Havayolu şirketlerinin iki çeşit yolcusu vardır. Birincisi biletli ve vizesi tam olan yolcular, diğeri de de vizesi olmadan bir ülkeye gitmeye veya girmeye çalışanlar.
Bu tür yolculara havacılık literatüründe
INAD yolcu denir. Yönetmeliklere göre
INAD yolcu, gitmek istediği ülke tarafından girişine izin verilmeyen yolcular için kullanılan bir terimdir. Açılımı, ‘inadmissible passenger’ olarak geçer. Sivil havacılık kanunlarına göre, INAD edilen yolcu, hava yolu şirketi tarafından geldiği ülkeye geri götürülür.
Havalimanlarında geri gönderilmemek için pasaportlarını yakan, imha eden yolcuların bunu yapmaktaki amacının vatansız, yani haymatlos konumuna düşme gayretidir. Vatansız ve herhangi bir nedenle uyrukluğunu yitirmiş, hiçbir devletin yurttaşı olmayan, yurdu olmayan, yurtsuz kimse anlamına gelir ki ilgili ülke bu gibi yolcular konusunda çoğu zaman eli kolu bağlı kalmaktadır.
Tüm önlemlere rağmen dış hat uçuşları yapılan havalimanlarında her gün bu tür olaylara rastlamak mümkün.
Dünyanın çözüm bulamadığı ve çaresiz kaldığı bu konuda Türkiye’nin de çözüm bulma şansı fazla değil. İnsani olarak bu duruma üzülmekle birlikte, geldikleri ülkelere iyilikle güzellikle gönderilmeleri en doğru çözüm, ama bu çok zor bir iş.