Vakıf Katılım web

YÜZÜNCÜ YILA BİR KALA CUMHURİYET

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Pazartesi günü yazımı bitirirken bugünkü yazımda "küresel risklerin önlenmesi için gereken küresel düzenlemelerden bahsedeceğimden" söz etmiştim.

Pazartesi günü yazımı bitirirken bugünkü yazımda “küresel risklerin önlenmesi için gereken küresel düzenlemelerden bahsedeceğimden” söz etmiştim. Ama bugün özel bir gün: Cumhuriyetimizin 99’uncu yıl dönümü… Cumhuriyet Bayramı… Bu yüzden bugüne özel bir yazı yazmak istedim.

***

CUMHURİYET’İ ANLAMAK İSTEMEYEN BİR ZAT

Cumhuriyet Bayramı haftasındaki yazıma üzücü bir gelişme ile başlamak istemezdim. Ama ne söylediğini bilmeyen, düşünmeden konuşan bir siyaset bezirganına cevap vermek şart oldu. 

İlk önce medyadan bu siyaset bezirganı hakkında yazılanları alıntı yapalım. “AK Parti Grup Başkanvekili Mahir Ünal, Kahramanmaraş 8. Uluslararası Kitap ve Kültür Fuarı’nda düzenlenen konferansta, ‘Tarihteki en sert kültürel devrim Türkiye'de yaşanmıştır. Mesela Fransız Devrimi, her şeyi yıkmıştır ama lügate dokunmamıştır. Yine en sert devrimlerden bir tanesi, Mao'nun Çin kültür devrimidir, lügate dokunmamıştır. Ama maalesef bir kültür devrimi olarak Cumhuriyet, bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir’ ifadelerini kullanmıştı.”

Bu sözler üzerine kamuoyunda kıyamet koptu. MHP lideri Sayın Bahçeli, İYİ Parti lideri Sayın Akşener, CHP lideri Sayın Kılıçdaroğlu ve AK Parti sözcüsü Sayın Ömer Çelik Mahir Ünal’ın sözlerini kınadılar. Sayın Cumhurbaşkanı’nın da Ünal’ı arayıp sözlerinin yersiz, gereksiz ve yakışıksız olduğu yönünde konuştuğu medyada yazılanlar arasında. Cumhuriyetimizin yüzüncü yılına bir kala hâlâ bu ucuz lakırdıların edilmesi gayet üzücüdür. Ama bir Türk Milliyetçisi ve Cumhuriyetçi olarak buna benim de cevap vermem gerekir.

Adı geçen zatın ettiği sözün arkasında iki temel görüş vardır: Birincisi alfabe devriminin Türk toplumunu kendi kültür köklerinden kopardığı, ikincisi Türk dil devrimi ve Türkçede sadeleştirme hareketinin Türk dilini fakirleştirdiğidir.

Birinci görüşe cevap verebilecek bir yetkinlikte olduğumu düşünüyorum. Ben ilkokul beşinci sınıfın yaz tatilinde Kur’an’ı hatmetmiş, ailesinin büyüklerinin katılımıyla hatim duası ve töreni yapmış bir kardeşinizim. Bana Kur’an okumayı öğreten hocalarım Osmanlı alfabesini okumayı da öğretmişti. Sonra zaman içinde İngilizce ve Almanca öğrendim. Kendi kendime Kiril alfabesini söktüm ve bugün bütün Türk lehçelerinde yazılan yazıları okuyabiliyorum. Orta okuldan beri Türk edebiyatı ve tarihine düşkünlüğüm sebebiyle Osmanlı Türkçesini de gayet iyi bildiğimi düşünüyorum. Bu anlamda söyleyebilirim ki, bugün konuştuğumuz Türkçeyi ve hatta Osmanlı döneminde resmî yazılarda kullanılan Saray Türkçesi Osmanlıcayı konuşmak ve yazmak için Latin alfabesi çok daha uygundur. Sekiz tane sesli harf olan bir dili iki tane sesli harf (Elif ve Ayn) olan bir alfabeyle ifade etmek ne kadar doğrudur, bir düşünün. Bu sözleri eden zata sormak isterim: Siz Osmanlı alfabesi ile yazılan bir yazıyı okuyabiliyor musunuz? Zannetmem. Ama ben okuyabiliyorum ve hangisinin daha kolay olduğunu da ayırt edebiliyorum.

Cumhuriyet’in bizi Türk kültüründen kopardığı da ayrı bir cehalet örneği görüştür. Cumhuriyet öncesinde, bırakın Mesnevî gibi, Divân-ı Lügât-it Türk gibi ve Füsus-ül Hikem gibi Türk dil, edebiyat ve düşünce tarihi için önemli eserleri, vatandaşlar Peygamber Efendimizin hadislerinin bile Türkçe tercümesini bulamazdı. Yani vatandaşın kendi dinini öğrenmek için ilk elden ulaşabileceği bir kaynağı bile yoktu. Söylemeye gerek yok, Kur’an Tercüme ve/veya meali de yoktu. Osmanlı’nın zirvesini oluşturduğu büyük Türk – İslam kültürünün eserlerine sadece zengin ve eğitimli kimseler ulaşabilmekteydi. Halkın kendi dilinin niteliklerine uzak bir alfabe olan Arap alfabesine dayalı bir yazıyı öğrenebilmesi hem zordu hem de devlet bu konuda bir gayret içinde de değildi. Cumhuriyetle birlikte 10 yıl içinde okuma yazma oranı yüzde 90’lara kadar çıkmıştı. Yeter miydi? Yetmezdi. Hasan Ali Yücel’in kendi gayretleriyle bütün Türk İslam medeniyetinin temel kültür eserleri Türkçeye çevrilmişti. Atatürk ayrıca hem Kur’an’ı tercüme ettirmiş hem de bütün hadis külliyâtını Türkçe olarak yayınlatmıştı. Sonuçta, bugün dileyen Türk genci, kendi kültür ve medeniyetinin yüksek eserlerinin hem orijinaline hem de bugünkü alfabeye çevrilmişlerine rahatça ulaşabilmekte, okuyup anlayabilmektedir. Yeter ki bunu isteyen bir Türk gençliği olsun. Halbuki Osmanlı döneminde bu pek mümkün değildi.

Türkçede sadeleştirme hareketi devletin dili ile halkın dilinin aynılaştırmak amacı güder. Çünkü Cumhuriyet, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından oluşan Türk Milletinin hakimiyeti prensibine dayalıdır. Osmanlı Monarşisi ise, son dönemdeki (Sultan II.Mahmut’tan torunu Sultan II.Abdülhamit’e kadar olan dönem) bütün modernleşme ve millileşme çalışmalarına rağmen, bir azınlık seçkin aydının hakimiyetine dayanmaktaydı ve dolayısıyla yalnız onların kullanıp anlayabileceği bir yüksek zümre diline sahipti. Kabul edelim ki, bütün toplumsal sistemlerde seçkinlerin konuştuğu dille halkın konuştuğu dil farklılaşır. Hele günümüzde farklı bilim disiplinlerinde sadece o disipline özel kavramlardan oluşan bir kelime dağarcığı da bulunmaktadır. Ancak devlet dili, eğer o devlet milli bir devletse, sıradan vatandaşın anlayabileceği sadelikte olmalıdır. İşte Cumhuriyetin ve devrimlerin iddiası odur ki, devlet sadece İstanbul’daki münevverin değil, aynı zamanda Karadenizli taka reisinin, Aydınlı bir çiftçinin, Kayserili demirci ustasının, Isparta İslamköylü bir çobanın ve Malatyalı bir küçük memurun da devleti olmalıdır. Bunun için en önemli koşullardan biri de devletin dilinin bu kişilerin dili olmasıdır. Bu kadar çıplak bir gerçeği bilmeyecek bir zatın sorumlu mevkilerde yer işgal etmesi gayet üzücü ve düşündürücüdür.

CUMHURİYET, VATANDAŞLIK VE MİLLET OLMA

Bütün Türk İslam tarihine bakıldığında hukukun her alanı geliştiği halde, İdare Hukuku gelişmemiştir. Çünkü idare hukuku bir devletin yönetim şeklinin tanımlandığı, buna uygun bir hukuki omurganın oluşturulduğu, yönetim sisteminin kanunlarla tanımlandığı ve yöneticilerin yetkilerinin ve yükümlülüklerinin kanunla ne ölçüde ve nasıl sınırlanması gerektiğini söyleyen hukuktur. Emevîler’den Sultan II. Mahmut’a kadar, birkaç istisna haricinde, kişiye göre değişen ve keyfi idareler hâkim olduğu için yöneticiler kendi iktidarlarını sınırlayacak ve onları halka karşı sorumlu tutacak kanunların oluşturulmasına mâni olmuşlardır. Sultan II. Mahmut’la başlayan idarenin kanunla tanımlanıp yöneticilerin yetkilerinin sınırlandırılması Cumhuriyet’le tamamlanmıştır. İdare hukukunun gelişmesi, aynı zamanda, vatandaşlık kavramının oluşması anlamına gelir. Keyfi idarelerde vatandaş yoktur, hükümdarın tebaası, padişahın kulları ve seçkinlerin yönettiği reaya vardır. Tebaa, kul veya reaya yöneticiye hesap soramaz, onun idare ve hükümranlığını sorgulayamaz. Vatandaş ise, her şeyden önce, idare meşruiyetinin dayandığı temel birimdir. Dolayısıyla yönetici vatandaşa hesap verir, vatandaş yöneticiyi sorgular, dilerse yetkiyi elinden alır. İşte böyle bir vatandaş profili için hakimiyeti milletten alan bir yönetim, bunu destekleyip güvence altına alacak bir kamu hukuku gerekir.

Cumhuriyet rejimi her şeyden önce bir vatandaş tanımlar. Kendisinin vatandaş olarak haklarından ve yükümlülüklerinden haberdar olan insanlar da milleti oluşturur. Türkiye Cumhuriyeti, bu anlamda, Türk milletini de tanımlamaktadır. Gazi Paşa ne demişti: “Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturan halk Türk Milleti itlak olunur!” Yani Türk Milleti Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından oluşur. Millî mücadeleyi veren, yönetim hakkını seçimle dilediğinden alıp dilediğine veren vatandaşlardan oluşan bu Türk Milleti’dir. Millet olmak için elbette ki dil birliği, fikir birliği ve iş birliği önemlidir. Ama her şeyden önce en önemlisi bireylerin vatandaş olma bilincidir. Bu tamamlanmazsa, gerçek anlamda bir millet de oluşmaz.

Bugün Cumhuriyet yönetimi altında olduğumuz içindir ki, Selanikli bir yetim ve asker olan Atatürk, Aydınlı bir çiftçinin oğlu olan Menderes, İslamköylü bir çobanın oğlu olan Demirel, İstanbullu bir şair olan Ecevit, Malatyalı bir küçük memurun oğlu olan Özal, Kayserili bir demirci ustasının oğlu olan Gül ve Karadenizli bir taka reisinin oğlu olan Erdoğan hükümet ve devlet başkanlığı yapabilmiştir. Bu yüzden herkesin her şeyden önce Cumhuriyetin kıymetini bilmesi ve onu muhafaza ve müdafaa etmesi gerekir.

Yaşasın Millet, Yaşasın Cumhuriyet!

Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun.