YORULDUK MU? 

Dr. İlhami FINDIKÇI
Tüm Yazıları
Dünyada yaşanan şiddet olayları; "Acaba insan olmaktan yorulduk mu?" sorusunu akıllara getiriyor. Birey ve toplum düzeyinde yaşananlar, tahammülün giderek azaldığını ve gerilimin hem de örtülü bir gerilimin dalga dalga yayıldığını gösteriyor.

Yeryüzünde var olduğundan bu yana çevresini kontrol etmek, doğaya egemen olmak isteyen insan; sonuçta günümüzün modern toplumunu oluşturmuştur. Ancak bu süreçte kendi öz değerlerinden verdiği ödünler de az değildir. Nitekim doğayı kontrol altına aldıkça yaşamın kendine özgü dengesini de bozduk. Dolayısıyla bugünün toplumları, başta ekonomik sorunlar ve silahlanmanın yanı sıra değişen mevsim olayları gibi çeşitli çevresel sorunlarla da karşı karşıyadır. Bu sorunların birey düzeyindeki temel yansıması; geleceğe güvensizlik, haksızlığa uğradığı hissi ve kendi hakkını arama ihtiyacı, tahammülsüzlük, hırs, kaygı, gerilim ve şiddettir.

Örtülü Gerilim

Burada bir ikilemden söz etmek zorundayız. İnsan; gerek kutsal kitapların öğretileri gerekse bilimsel bir tespit olarak toplumsal bir varlıktır. Eflatun ve Platon, insanın ancak başka insanlar aracılığı ile gerçek mutluluğa ve doyuma ulaşabileceğini belirtmişlerdir. Ancak modern toplum düzeni insanı, diğerlerinin önüne geçecek bir hırsa, yarışmacı davranışa, ‘ben’ odaklı bir güç arayışına yöneltmiştir. Yani insan; varoluşsal ihtiyacı olan toplumsal yaşamı tercih etmek zorundadır. Fakat yüksek teknolojinin sağladığı toplumsal yaşam, insanı giderek yozlaştırmış, yabancılaştırmış ve yalnız bırakmıştır. Bir anlamda insanın tatmin aradığı toplumsal yaşam, tatminsizliğinin asıl nedeni olmuştur. Camus’un, 20. yüzyılı “korku çağı”, Beck’in, günümüze ilişkin “risk toplumu” nitelemesi de bundandır.

Zira beşerden insana yol alma heyecanında azalma var. Çünkü temel insani değerler aşındıkça güvensizlik bunalımı arttı ve insan, kendini anlama arayışından yorgun düştü. Uyum sağlamakta zorlandığı hızlı yaşam sürecinde hayatı içten içe gerildi ve maalesef şiddete yöneldi.

Bugün geleneksel yapısıyla dikkat çeken toplumumuzda dahi gün geçmiyor ki insandan insana, insandan canlılara ve çevreye yönelen vahşetlere tanık olmayalım. Hayat kurtarmaya çalışan hekimin başına taşla vuran, küçük bir çocuğu kaçırarak türlü işkencelerle öldüren, gömen sonra da çocuğu arama çalışmalarına katılan, hayvanlara işkence ederek öldürenler… Bu toplumun üyeleridir. Dolayısıyla toplumun tüm kesimlerinde tahammülsüzlüğün giderek yerleşik bir davranış halini alması, üzerinde hassasiyetle durmamız gereken bir konudur. Toplumun çimentosu konumundaki geleneksel bağların, yerleşik ahlak ve inanç sisteminin, insanı iyi eden ve daha çok insan olmamızı sağlayan yaptırım gücünün zayıflamasının neden olduğu ve güvensizliğin hüküm sürdüğü gizli gerilimle yüzleşmek zorundayız.

Devlet Politikası

Kuşkusuz toplumsal şiddetin artmasında, geleneksel aile ve toplum değerleriyle adalet ve güven duygusundaki sorunların ve eğitim sisteminin etkisi vardır. Ancak günümüzde örtülü bir gerilimin toplumları tehdit etmesi ve insanların şiddete yönelmesinde birinci etken, bireyin hayat sahnesindeki rolünü, işlevini ve temel varlık nedenini anlamada giderek zorlanmasıdır. Evet, insan kendini anlamakta zorlandıkça kendinden uzaklaşıyor, ötekileşiyor, yalnız kalıyor, ahlakı aşınıyor, güvenini yitirerek gelecek endişesine kapılıyor ve nihayet sırtını dayayacağı güçlerden uzaklaştıkça gerilerek şiddete başvuruyor.  

 İslam inanışına göre canlıların en şereflisi ve en güzeli olan insan; içgüdüsel yıkıcılık duygusunu kontrol edemediğinde yaratılmışların en zalimi olabilmektedir. Dolayısıyla daha iyi, gelişmiş ve modern bir hayat özlemiyle yaptıklarımız, yüksek teknolojinin de etkisiyle insanı varlık nedeni ve öz değerlerine yabancılaştırmış, yapay bir değer sistemine yol açmıştır.

Sonuçta insan ve toplum gerilmiş ve şiddete daha meyilli hale gelmiştir. Kuşkusuz bireylerin hayatlarına bir anlam katma ve kendi hakikatlerine yol alma sürecinde yapacakları çok şey vardır. Birey ve toplum düzeyindeki ümitsizlik, gelecek kaygısı, kendini ifade edememe ama en önemlisi ahlak ve inanç duygularındaki aşınmanın çoğalmasıyla artan şiddet eğilimlerinin kontrol edilmesi, bir devlet politikası olarak çok daha ciddi biçimde ele alınmalıdır.