​YENİ BİR DEVLET Mİ KURULUYOR?

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Türk Ordu geleneği 2200 yıla yakın bir geçmişe sahiptir ve Mete Han'a dayandığı varsayılır.

Türk Ordu geleneği 2200 yıla yakın bir geçmişe sahiptir ve Mete Han’a dayandığı varsayılır. İlk onlu düzeni süvari birliklerine getiren ve hem esnek hem de hızlı bir ordu bileşimine ulaşan isimdir Mete Han. Türkler de, göçebe toplumların ortak özelliklerinden biri olan devlet yönetimi ile ordu yönetiminin bütünleşmesi sebebiyle, devletlerinin tarihini ordularının tarihiyle özdeşleştirirler. Ancak bu bildiğimiz mana da bir devlet değildir, tabiî ki… 

Devlet her şeyden önce mülkiyet ilişkilerinin temini, ticaretin güvence altına alınması ve adalet için tesis edilmiştir. Bunun için de, her şeyden önce, yerleşik topluma ihtiyaç vardır. Bu anlamda, bugünkü Türk Devleti’nin temelleri Selçuklu İmparatorluğu’na dayanır. Türklerin Malazgirt zaferinden sonra Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın bütün Anadolu’yu 10 sene içinde fethedip 1081’de İznik’i başkent yapmasıyla kurulan Anadolu Selçuklu Devleti göçebe Türkmenleri yerleşik tarım ekonomisine adapte etmeye çalışmıştır. Ticareti teminat altına almış, mahkemeler kurarak adaleti sağlamış, sözlü – geleneksel hukuk olan “Töre’den” yazılı hukuka geçmiş, idari müesseseler kurmuştur. Ama Anadolu Selçuklu Devleti’nin zafiyeti devletteki hakim unsur olan Türkmenlerin önemli bir kısmının devletin ekonomi politiğine uymaması, aşiretler halinde kışın kışlakta yazın yaylakta kalması, vergi vermemesi, devletin idari ve hukuki otoritesini kabul etmemesiydi. Bu devletle hükmettiği topluluk (millet demiyorum çünkü millet kavramı ve olgusu kapitalizmin neticesinde ortaya çıkmıştır) arasındaki yapısal uyumsuzluk, sonuç olarak devletin zayıflamasına ve çökmesine yol açtı. 

Selçuklulardan sonra Sultan Yıldırım Beyazıt dönemine kadar Anadolu Beylikler Dönemi adı verilen irili ufaklı Türk krallıklarının hakimiyeti altında bir dönem geçirmiştir. Bu dönem, aslında, Türkmen aşiretlerinin önemli bir kesiminin yerleşik hayata uyum sağladığı, devlet kavramıyla tanıştığı, şehirlerin ve ticaretin geliştiği ve belli bir Türk aristokrasisinin doğduğu dönemdir. Beylikler döneminde, Osmanlı Dönemi için belli bir beşeri ve fiziki sermaye birikimi oluşmuş ve Türkler bir Akdeniz toplumuna dönüşmeye başlamıştır. 

Bir Türkmen aşiretinden doğan Osmanlı Devleti özünde üç döneme ayrılabilir: Osman Gazi – II. Murad dönemi, Fatih – III.Selim Dönemi, II. Mahmud ve sonrası. İlk dönemde göçebe aşiretten feodal ortaçağ krallığına geçiş sürecidir ki, bu dönemi en iyi temsil eden Yıldırım Beyazıt’tır. Bu dönemde Türk aristokrasisi ile büyüyen Osmanlı hakimiyeti arasında bir çatışma yoktur. Bu sadece Türk Bey’leri için değil, Balkanların Hristiyan Bey’leri için de geçerlidir. Örneğin Sırp Despotu Stefan Lazareviç Yıldırım Beyazıt’ın hem vasalı, hem kayınbiraderi hem de en önemli ordu komutanlarından biridir. İkinci dönem Fatih’in merkezi devleti kurduğu, Türk aristokrasisini bitirdiği İmparatorluk dönemidir ki, bu dönemde artık Hristiyan veya Türk yerel unsurların hiçbir önemi kalmamış ve devlet Justinianus Bizansı’na benzer bir bürokratik imparatorluk olmuştur. İlk dönemde hakimiyet Hanedan ve yerel otoriterler arasında paylaşılmışken, ikinci dönem hakimiyet sadece Hanedandadır. Üçüncü dönem modern Türkiye’nin ve milli devletin temellerinin atıldığı dönemdir. Bu dönemde hakimiyet bir yüzyılı aşan bir evrimle hanedanın tekelinden alınmış ve gitgide millet hakimiyetinin önü açılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, II. Mahmud’la beraber başlayıp Abdülmecid ve Abdülaziz’le devam eden milli devlet kurumlarının inşası ve millet olma sürecinin doğal sonucudur. Atatürk yıkılan Osmanlı Saltanatı yerine Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduğunda, elbette ki, bir çok yeni kurumlar inşa etti ve devrimler yaptı. Ancak, bütün bu değişim süreci hep Osmanlının son döneminden devralınan kurumlar ve tekamül süreçlerinin bir devamı olarak hayat buldu. Aslında, Osmanlı Hanedanı’nın yurt dışına gönderilmesi dışında, son dönem Osmanlı’daki devlet kurumları aynen yerinde kalmıştır. Bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti devleti bütün gelişim ve değişim sürecini de içine alacak şekilde son dönem Osmanlı tarihinin zorunlu bir devamıdır.

Bir devletin hakimiyet ilkesi en önemli temelidir. Bütün modern devletlerde olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nde de yüce Atatürk’ün dediği gibi “Hâkimiyet bilâ kayd-ü şart milletindir/ Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” Yeni bir devlet kuruluyor demek, bu hakimiyet ilkesinin tartışılmaya açılması anlamına gelmektedir.

PKK’lılar yeni bir devlet derken, hakimiyeti devletin bütün vatandaşlarından oluşan milletten alıp etnik ve yerel farklılıkları olan topluluklara paylaştırmaktan yanadır. Bu anayasal suçtur. Suçlu eşkıyalar ve onların yardakçıları da layık oldukları gibi te’dip edilmektedirler. FETÖ/PDY hakimiyeti milletten ve milletin seçtiklerinden alıp Pensilvanya’da ikamet eden meczup, mürted ve mülhid şarlatana ve onun seçtiği bir grup hainler zümresine vermeyi planlamaktaydı. Bu da anayasal suçtur. Suçlular layık oldukları gibi teczî edilmektedirler. 

Bugün, kerameti kendinden menkul bazı eşhas-ı nâ muhtereme (saygı duyulamayacak kişiler) Cumhurbaşkanımızın adını da kullanarak “Yeni bir devlet kuruluyor!” diye, bazı elfaz-ı cahilane (cahilce sözler) yumurtlamaktadırlar. Bu efendilere soruyorum: Devleti değiştirmek demek, hakimiyeti değiştirmek demektir. Siz millet hakimiyeti yerine kimin hakimiyetini önermektesiniz? Yok, “bundan önce milli hakimiyet yoktu, bundan sonra gerçek milli hakimiyet gelecek!” diyorsanız, örneğin ismini kullandığınız Sayın Cumhurbaşkanı’mızın 15 yıllık meşru ve milletin iradesine dayanan iktidarını gayr-ı meşru mu ilan ediyorsunuz? Bu yaklaşımların hepsi anayasal suçtur ve Türk Ceza Kanunu’nda “devletin anayasal düzenini yıkmak” olarak ifadesini bulmuştur. Bir söz de TV’deki meddahlara: Bu tarz görüşlerin serdedilmesine müsaade ederseniz, maazallah, “devletin anayasal düzenini yıkmak” suçunu azmettirmek ve bu suça yardım ve yataklık etmek suçlamaları ile karşı karşıya kalırsınız. Benden söylemesi…