YEMEK Mİ, BESLENMEK Mİ?

Doç. Dr. Can CEYLAN
Tüm Yazıları
Üç öğün yemek gibi, beş vakit namazın da rûhun açlığını doyurma özelliği vardır.

Yemek, her canlı gibi insanın da temel ihtiyaçlarının başında gelir. Yaşamak için birşeyler yemek ve içmek zorundayız. Temel enerji kaynağımız olan yeme-içme eylemi, hayâtımızın merkezinde duruyor. “Ekmek parası”, “eve ekmek götürmek” gibi deyimlerimiz bunun önemini gösterir.

Yemek kültürü de bir toplumun ya da medeniyetin önemli bir ifâde şeklidir. Yediğimiz gıdalar, pişirme şeklimiz, yerde ya da masada oturarak yememiz, kullandığımız çatal-bıçak-kaşık ve daha birçok öge, bir kültürün parçalarıdır. Bu çeşitlilik, gastronomiyi kültürel antropolojinin en ilgi çeken alanlarından biri yapmıştır.

Yediğimiz ve içtiğimiz şeylerin dinî inancımızla da yakından ilişkisi vardır. İnancımız bizi neyi, ne zaman yiyebileceğimiz konusunda yönlendirir. Bunun yanında yeme-içme eyleminin biyolojik ihtiyâcımızı karşılaması üzerinden sosyal bir okuma yapmak da mümkündür.

İnancımız besleyici mi?

Şöyle bir yeme-içme eylemi tasavvur edelim: Ne yerseniz ve ne kadar yerseniz yiyin, masadan kalkınca sanki hiçbir şey yememiş ve içmemiş gibi aç hissediyorsunuz.

Tuhaf ve anlamsız bir durum, değil mi?! Yemeniz ve içmeniz, zaman kaybından ve hatta para kaybından başka hiçbir işe yaramıyor. Nereden bakarsanız bakın zarar, ziyan ve israf!

Peki, bunun inançla ne alâkası var?

İslâm inancımızın tezâhürü olarak yapmamız gereken eylemler, yâni ibâdetler var. Başta şehâdet getirmek ve namaz olmak üzere, oruç, hac ve zekâttan oluşan temel ibâdetlerimiz var. Bu ibâdetleri rûhumuzu beslemek için yapmamız gerekiyor. Bir anlamda rûhumuzun ekmeği ve suyu gibiler.

Ancak biz bu ibâdetleri yaparken ne kadar doyuyoruz ve ruhûmuz besleniyor?

Şehâdet getirmekten başlayalım. Teşbihte hatâ olmaz. Kelime-i tevhidi âdeta sakız çiğnemek kadar anlamsızca yapıyoruz. Sakız çiğnerken ağzımız çalışıyor, tükürüğümüz salgılanıyor ama midemize hiçbir şey gitmiyor. Kelime-i tevhit de ruhûmuza işlemiyor. Söylediğini anlamsızca tekrarlayan papağanlar gibiyiz çoğumuz.

Namaza gelirsek, durum daha da kötü. Değil günde beş vakit, haftada bir Cuma namazı kılanlarımıza bakalım. Ezandan önce câmiye gidip önce vaazı sonra da Cuma hutbesini dinleyen, bir de dört rekât sünnet, iki rekât farz kılıp rûhunu doyurması gereken bir kişi, câmiden çıkar çıkmaz, o namazdan alması gerekeni almamış ve rûhânî bir açlık içindeymiş gibi davranmıyor mu?

Beş vakit kılanlarımızda da durum pek farklı değil. Üç öğün yemek gibi, beş vakit namazın da rûhun açlığını doyurma özelliği vardır. Oysa bedensel bâzı hareketler yapıp yatıp kalkarak namaz kılma ile, yemek yiyip sofradan hiçbir şey yememiş gibi aç kalkmanın hiçbir farkı yoktur. Allah inşallah her türlü kıldığımız namazı makam-ı ilâhisinde kabûl eder ama tıkınıp midemizi boş şeylerle doldurmak yerine, besleyici ve doyurucu şeyler yememiz gerekmez mi? Yâni kıldığımız namazdan aldığımız mânevî besinin etkisini, namazdan sonraki saatlerde kullanmamız gerek mi?

Hac ibâdetinde de farklı bir durum yok maalesef. Seküler kesimin “turistik seyahat” anlayışıyla başka yerlere yaptığı yolculuk ile haccın farkı olmalıdır. Ama nereye gittiğinin bilincinde olmayanların durumu, bu ibâdeti de doymak için değil tıkınmak için yapanların olduğunu gösteriyor. O kadar ki, Mescid-ı Haram’ın içinde, Kâbe’nin beş-on metre yakınında nişanlısının önünde diz çöküp evlenme teklifi edecek kadar yozlaşanlar oldu. Tavaf yaparken, selfie çekip “Bize her yer …” notuyla sosyal medyada paylaşmak normalleşmeye başladı.

Oruçta ise beslenmenin hem bedenî hem de rûhî tarafı yanlış anlaşılmakta ve uygulanmaktadır. İftarda bir haftalık yiyip bayramın ilk günü kıtlıktan çıkarcasına yemek yemek, ibâdetin besleyici tarafının atlandığını gösterir.

En temel ibâdet olan namazın günde beş vakit olmasının, üç öğün yemek ihtiyâcı gibi doyurucu olması gerekir. Hac, oruç için de aynı şeyler geçerlidir. Ancak biz sofrdan şiş karınla aç kalkmak gibi, ibâdetlerimizin sosyal hayâtımıza yansımasını gerçekleştiremiyoruz.

Yemek deyip geçmeyelim. Bir toplumun yemek kültürü, inancını hayâtına ne kadar ve nasıl yansıttığı açısından önemli örnekler sunmaktadır.