Metrobüsteydim. Aylardan ocaktı. Soğuk ve karlı bir gün.
Yaşım, yaptıklarım, yapamadıklarım, karşılaştıklarım, yaşadıklarım gereği belirli tecrübelere ulaştım. Ve tam tecrübemin 'çerçevesini' anlamaya çalışıyordum ki Sigmund Freud; 'İnsanlar yavaş yavaş inanmamayı, güvenmemeyi, sevmemeyi ve kronik şüpheci olmayı öğrenir. Bu gerçekleştiğinde ne yazık ki artık çok geçtir.
Trabzon'dan İstanbul'a, ilkokul sonrası hazırlık sınıfından başlayarak Saint Joseph eğitimi için gelmiştim. Yıl 1977 . Dedem ve anneannem o zamanlar Beyazıt'ta oturmaktaydı.
Osmanlı İmparatorluğu'nu 'sonuna' getiren olaylar 'malum 'ziyaret(ler) ve 'talep' sonrasında çorap söküğü gibi gelişmeye başladı.
Türkiye'de son 10 yılda 'marka kentler' kavramı çoğu kere içi doldurulamadan bile olsa çok tekrarlanarak 'bilinir' bir ifadeye dönüştü. Marka olmanın içeriği, değeri ve sürdürülebilirliği henüz o derece de önemsenir hale gelemedi.
Türkiye'nin insanlarının enerjilerini genelde boşa harcamak için büyük çaba gösterdiği tartışmasız bir gerçektir. Bilgisi olmayan, yöntem ve sistematikten uzak
Psikologların, psikanalistlerin söylediği iyi anların kalıcı olduğu, kötülerin bastırıldığı ve unutulmaya çalışıldığıdır. Bu noktayı iyi bilmek gerekir.
Çocukluğumuzda 'basit' kelime oyunlarıyla zekamızın derecesini ölçerlerdi; 'Bir kilo demir mi ağır, bir kilo pamuk mu?'. Büyüdük. Aradan çok yıllar geçti. O günkü tek kanallı, siyah beyaz, haftanın bazı…