Vakıf Katılım web

TÜRK SAĞI ANLIYOR MU?

Tarık ÇELENK 09 Eyl 2016

Tarık ÇELENK
Tüm Yazıları
Marksizm’e göre sağcılık ya da milliyetçilik yükselen kapitalizmin mülksüz bıraktığı, işçi sınıfı dışında arada kalan yerel sınıfların ideolojisidir. Benim sağcılığım çocukluğuma uzanır. On yaşında iken, Erzurum Atatürk…

Marksizm’e göre sağcılık ya da milliyetçilik yükselen kapitalizmin mülksüz bıraktığı, işçi sınıfı dışında arada kalan yerel sınıfların ideolojisidir. Benim sağcılığım çocukluğuma uzanır. On yaşında iken, Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde okuyan teyze oğlunun yanıma gelip, Lenin’in fikirlerini bana anlatışını hatırlarım. İnsanların matematiksel ve mülkiyet eşitliğinden bahsetmiş, din ve Tanrı kavramının gerçekte olmadığını, bunu ezen sınıfların yarattığını ve sömürmek için de kullandıklarını ifade etmişti. O günden itibaren tam üç gün varoluşsal bir bunalıma girmiş, kendimi toparlayamamıştım. Üç gün sonunda merhume anneanneme içimi döktükten sonra, solculuğun kötü bir şey olduğuna ve hangi şartlarda olursa olsun sağcı olmak gerektiğine ikna olmuştum.

Lise yıllarımız genç aydınlarımızın birbirlerine acımasızca kırdırıldığı düşük yoğunluklu iç savaş yıllarıydı. O dönemde Pınar dergisi ve ekibi ile tanışmıştım. Orada, merkezinde Siyonizm ve karşıtlarının bulunduğu, Merhum Ziya Uygur’un fikri planda katkıda bulunduğu, ‘İlmi Sağ’ konsepti ile buluştum. “İlmi Sağ”’ın kendince tipik bir tarihsel determinizm modeli mevcuttu. Orada diğer sağ gruplardan farklı olarak dikkatimi çeken şeyler vardı. Öncelikle tarihe bakışta bir yöntem/model geliştirmişlerdi; bu, farklı bir özgüven veriyordu, kavga etmeden konuşmamızı ve tartışmamızı sağlıyordu. Solcu gruplara benzer tam bağımsızlık ve milli devlet modeli savunuluyordu. İlaveten yapılan millet tanımı kapsayıcıydı ve etnik bir tanımdan da imtina ediliyordu. Öteki gruplar takdir edilir, mesela devrimcilerin efsanesi Harun Karadeniz’in övülür, Kemal Tahir ve Atilla İlhan’ın okunması gerektiği telkin edilirdi. Ülkücü bir gence izafe edilen Mücadeleci bir gencin  öldürülmesindeki sağduyulu cevap hala zihnimdedir. Bu hareketin, bir komployla İngiliz yaftası atılarak, zamanın başbakanı Demirel’in ilgili teşkilata özel direktifi ile bütünlüğünün bozdurularak dağılması sağlandığı söylenir. Burada eksikler var mıydı? Tabii ki vardı. Tasavvuf geleneğine mesafeli ihvancı yaklaşımı, kadro odaklı olması ve kitle tabanını gerçekleştirememesi gibi mesela… İnönü’nün damadı Metin Toker sağda ve solda vuruşanlar kitabında bu grubun farkını vurgulamıştı. Mücadele grubu 70’li yılların sonunda dağıldı, ancak yetiştirdiği insanlar merkez partilerde, milli görüş hareketinde hep önemli işlevler gördüler. Muhtemelen zihni disiplinleri ve çözümleme yeteneklerinden ürküldüğü için bazen derin devletle işbirliği ile suçlandılar. İçlerinden liberal düşünceye, radikal İslam ve Şii hareketlere kayanlar oldu.

Ülkücü hareket merhum Türkeş’in 9 ışığı kadar, Nihal Atsız ve Ziya Gökalp’in de fikirlerinden etkilenmiş aksiyon hareketi idi. Dönemin antikomünist kuşakları ve uluslararası konjonktürünün de dolaylı desteğini almıştı. Akıncı hareketi bugünkü Milli görüşün gençlik tabanını temsil ediyordu. Basitçe, Hakkın üstünlüğü ve anti aydınlanmacı yaratılış amaçlı bir dünya talep ediyordu. Gençlik eylemlerinden özellikle kaçınıyorlardı. M.T.T.B ise bu grupların gidip geldiği bir üst çatı kurumu halindeydi. Diğer cemaatler bu gruplara mesafeli duruyor, merkez sağ partilere destek veriyorlardı. Müritler ise dolaylı bir Mehdi-Deccal beklentileriyle kendi içlerinde oyalanabiliyorlardı.

Tüm bu gruplar Osmanlıdan miras kalan ana gövde, kendi tabirleri ile Millet’in tabanını temsil ediyorlardı. Yani Sünni, Hanefi ve kendini Türk itlak eden bir çatı. Bu aydınların ütopyalarının isimleri ortak olmakla beraber içerikleri farklıydı. Osmanlı’nın (barışının) ihyası, Türki ve Arap Müslüman kardeşlerimizle tekrar kucaklaşmak, Türkün ve İslam’ın gücünün dünyaya tanıtılması gibi hedeflere varmak için, kadro kurmak, partileşmek veya Hz. Mehdi’ye ortam hazırlayacak irşat gibi değişik yöntemler benimsemişlerdi. Bu gençlerin ortak sosyal tabanı ise Anadolu’nun Osmanlı’dan bu yana ötelenmiş, kentlerde okumaya gelen taşra çocukları olmasıydı. Nitekim merhum Ecevit, kızdırıldığı bir söylemde milliyetçi gençler için “lümpen proleterya” tanımını kullanmıştı.

Peki, tüm bu çalışmalar yapılırken Aleviler, Kürtler, Beyaz Türkler gibi içteki ve Şiiler, gayri Müslimler, Slavlar gibi dıştaki diğerleri ne olacaktı? Zannedildiği bir İslam ve Türk Dünyası bizi bekliyor muydu? Bunun nasıl olduğunu başarı veya bir başarısızlık hikâyesi olarak tarihsel konjonktürün de bir lütfu olarak, Azerbaycan, Orta Asya ve Ortadoğu’daki örnekleriyle birlikte yaşadık. “Milletin” ana gövdesi, birkaç istisna dışında merkez veya çevre siyaset olarak hep iktidarda oldu. Şu an dahil, tüm kadrolar 70’li yılların söz konusu muhafazakar gençlerinden oluştu. Sovyetlerin yıkılışı ve ılımlı İslam- yeşil kuşak, milliyetçilerimize ve milli görüşçülerimize büyük fırsatlar sundu. Akabinde, Balkanlar ve Kafkaslardaki etnik iç savaşlar, Ortadoğu’nun parçalanması ve Kürt sorunu bu sağ karar vericileri büyük sınavlarla karşı karşıya getirdi.

Gelinen nokta halka hizmet alanları ve kalkınma konsepti açısından tatminkar, ancak savunduğumuz değerlerin içselleştirilmesi açısından ise pek değildi. Bu nokta itibariyle Sağ’ın karar vericilerinden önce, mevcut  zihniyetini ve olmayan burjuvazisini kritik etmemiz gerekiyor. Aksi takdirde duayen bir gazeteci dostumun dediği gibi; “Nedir bu sağcılardan çektiğimiz, cefamız hiç mi bitmeyecek?” kinayeli sözünün hakikatte hep bir karşılığı kalabilecek gibi duruyor.

Sağ düşünceyi beslemeye aday, Turancılık, Türkçülük ve İslamcılık kanalı Osmanlıdaki geleneğinden kopmuştur. Burada Kemalist bürokrasiyi suçlamak veya öznel koşullardan bahsetmek mümkün olabilir. Ali Fuat Başgil, Şemsettin Günaltay, Kazım Karabekir gibi aydınlar Osmanlı eğitiminden geçmişlerdi. Nurettin Topçu ve Cemil Meriç gibi insanlar sıkı Fransız düşünce disiplini almışlardı. Tasavvufta Esat Erbili, Abdülaziz Bekkine ve Abdülhakim Arvasi’nin vizyonu devam edemedi. Bediüzaman ise özgün karakteri ile bugünlere manevi disiplini dışında yeteri kadar taşınamadı. Medrese geleneği tarikatları batıni etkilerden korumasına karşın, selefileşme riskini barındırdı ve kritik düşünceyi geliştiremedi.

Sağ düşüncenin üç temel sorunu olduğunu varsayabiliriz;

- Belirli bir düşünce metodolojisinin olmaması. Bu, tarihi ve yaşanan olayları doğru okuyamamalarına ve gerçeklik algılarının kaymasına yol açmaktadır.

-İbni Haldun’da, kadimde var olan diyalektik düşünce geleneğini kayıp etmiş olması. Malum bu Marksistlerde tez, antitez ve sentez olarak tezahür ediyor. Bir bakıma bu eleştirel yapıların sistem içinde barınmasını mümkün kılıyor. Tevrat’ta çok açık olan diyalektik, hahamların Tora okuma eğitimlerine ve Marks’a da yansımıştı.

-Tarihi tanımlamada; zaman, mekân ve insan bağlamını kutsal referansları açısından determinal olarak bir bağlama oturtamaması.

Birkaç basit popüler örnek vermek gerekirse, 70’li yıllarda anti Amerikan protestolarda, o zamanki iç gerginliklerin dünya ekonomi-politiği bağlamında değerlendirilmesinde, İpekçi cinayeti gibi provokasyonların okunmasında, Özal’ın vizyonunun anlaşılması, Kürt sorunu, Şii dünya vb. konularda sağ bakış, yetersiz, içe kapalı ve komplocu kalmıştır. Muhafazakâr gençlerimizi provoke etmek kolay, düşündürmek ve çözümleme yapmak zor olmuştur.

Sağ düşüncede restorasyon amacıyla Sezai Karakoç, Erol Güngör ve Nurettin Topçu, Durmuş Hocaoğlu dışında en kapsamlı gayret Sayın Davutoğlu öncülüğünde Bilim ve Sanat Vakfı bünyesinde 25 yıldan bu yana yapılmaktaydı. Bazı yapısal eleştirilere açık olmakla birlikte paradigma arayışları olgunlaşmakta, yeni değer ve insanlar kazanılmaktaydı. Ancak belki de erken bir doğumla, başta Sayın Davutoğlu ve yetişmekte olan öğrencileri, akademisyenler, olgunlaşma aşamasında  olan fikirleri ile politika ve devlet mekanizmasının işleyişine dahil oldular.

Ne dersek diyelim, iktidar ve muhalefet düşünce ve yayın hayatımız genellikle Anglo-Sakson, liberal ve Troçkist sol gelenekten yetişme insanlarla yürüyebilmektedir. Fehmi Koru, Avni Özgürel, Taha Akyol gibi birkaç duayen ve  genç yeteneği dışarıda tutarsak bu böyledir. Anadolu burjuvazisi bu kadar sermayeye rağmen, gençlere nasıl düşüneceğini öğreten Galatasaray, Robert gibi geleneği olan okulları kurmanın kaygısını taşımamaktadır. Siyasetçiler ve sermaye değerlendirebileceklerinden ziyade kullanabilecekleri kuşaklar için yatırımı tercih etmişlerdir. İktidarın (iktidarı kabul etmeyenler için halka hizmet) özgün fikirlerin değil de sadece paranın gücünün oluşturduğu yanılgısına düşülmüştür.

Unutulmamaktadır ki biz günceli tartışırken korkunç bir robotik, enformatik, biyoteknoloji devrimi gelişmektedir. Bunu fark edip yakalayamazsak kuşaklarımız yeni dünyanın köleleri olacaklardır. Üst akıl, kripto kimlik yorumlarıyla siyasi olayları açıklayıp, içe kapanmakla değerlerimiz ve ideallerimize katacağımız bir şey bulunmuyor maalesef.