​TÜRK FUTBOLU'NDA YAPISAL DÖNÜŞÜM

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Türkiye'de futbolun 2002'den bu yana giderek düşen bir trende tâbi olduğu herkesin malumudur.

Türkiye’de futbolun 2002’den bu yana giderek düşen bir trende tâbi olduğu herkesin malumudur. Oturun bir Premier League veya La Liga maçı seyredin, bir de bizim Süper Lig maçlarına bakın. Oyunun hızı, takımların örgütlülüğü, mücadele hacmi ve heyecan açısından bizim ligdeki takımlar nal toplamaktadır. Gazete köşelerinde necip milletimizi kandırmaya yönelik şişirme yorumlar bu gerçeği örtmemektedir. Bu yazıda biraz bu fiyaskonun sebeplerine ineceğim.

Geçen yazıda küreselleşme olgusunun futbol kulüplerini şirketleşmeye mecbur bıraktığından söz etmiştim. Çünkü bu süreçte futbol kulüplerinin hem gelir hem de maliyet kalemleri anormal derecede büyümüş, kulüpler bir çok farklı sektörde faaliyet göstermeye başlamıştır. Bu nakit akışının hem profesyonel bir şekilde yönetilmesini zorunlu kılmakta hem de kulüplerin devletin denetimi altında şeffaf bir yapıya sahip olmaları gereksinimi bulunmaktadır.  Bu, ancak ve ancak, kulüplerin bütün olarak şirketleşmesi ile gerçekleşebilir. Bizde hala futbol kulüpleri dernek statüsüne tâbidir, ama, çağın gerektirdiği koşulları sağlamak için yan ve paravan şirketler kurulmaktadır. Bu şirketlerin kâr ve zararları, mülkiyet yapıları tartışmalıdır, çoğu zaman da, mide bulandırıcı usulsüzlüklere yönelik şaibeler oluşmaktadır. Türk futbolunda, kayıt dışı para hareketlerinin yakın geçmişte “Şike Davası” gibi üzücü vakalara da sebebiyet verdiğini hatırlayalım.

Şirketleşme, kulüplerin yönetimi açısından da önemli katkılarda bulunacaktır. Mevcut durumda, profesyonel bir yönetim anlayışından (yani kaynakları önceden belirlenmiş bir iktisadi hedef doğrultusunda en etkin şekilde tahsis etme stratejisi) ziyade, kulüplerin yönetimini hasbelkader ele geçirmiş şahıs veya menfaat gruplarının toplum içinde itibar ve güç elde etme anlayışı hakimdir. Örneğin güzide bir Anadolu Kulübü’müzün “efsane başkanı” takımı her kepaze olduğunda kendi takımının başarı ve performans skalasında üstünde olan rakibine saldırmakta, alakasız bir şekilde gazetecilere fırça atmakta, kendi otorite ve gücünü gölgeleyeceğini düşündüğü hoca ve futbolcuları kovmakta, hepsini de FETÖ ile mücadeleye bağlamaktadır. Gerçekler ise düşündürücüdür: Bu güzide “Anadolu Kulübü’nün” başkanı görev süresinde en büyük rakibinin başarılarını TV’den seyretmiş ve şerefli ikinciliklerle yetinmiştir. Başka bir kulübümüz de, bir lisenin 200 yıllık koridorlarındaki ergenlik heyecanlarını koruyan bir avuç liseli bağnaz tarafından itibar aracı olarak kullanılmakta, geniş taraftar kitlesini bırakın, büyük başarılara imza atmış oyuncu ve hocalarına toz kadar bile kıymet vermemekte, sırf kendi küçük zümre çıkarlarının temini için uzun yılların maddi ve manevi mirasını çarçur etmektedir. İlk ikisini yazınca üçüncüsünü de yazmamak olmaz. Diğer iki kulüpten farklı olarak taraftarıyla daha iç içe geçmiş bir takımımız da, bugün itibariyle rakiplerinin yetersizlikleri nedeniyle problemsiz gözükmektedir. Ancak, bu kulübümüzde yakın geçmişte içine girdiği krizden çıkmak için siyasetin yüksek tepelerine temenna etmiş ve el etek öpmüşlerdir. Eski başkanı çeşitli payelerle siyasetin zirvesi tarafından taltif edilmişken, yeni başkanın da bu amacı güttüğüne yönelik şayialar yükselmektedir. Taraftar kitlesi aşırı derece de politize olmuş iki gruba ayrılmıştır ve en ufak bir başarısızlıkta bu kontrolsüz kitlenin ne yapabileceği düşündürücüdür. Daha söylenebilecek çok söz var ama bu konuda daha fazla polemik yapmayalım. 

Mevcut halde kulüplerin her biri bir tarihe, bir hikâyeye ve belli bir kurum aidiyetine sahiptir. Bu en basitinden hazır bir marka ve kurum kimliği demektir. Kulüpler firmalaşırken bu kulüp değerlerini ve kulüp kültürünü korumalı ve bunu yaparken de, küresel futbol piyasalarının gerektirdiği şekilde yeniden örgütlenmelidir. Bahsettiğimiz şey elbette zordur, ama işte maharet de buradadır.

Devletin spor politikasına dair görüşlerim de pazartesiye kalsın…