​TEKNOLOJİ POLİTİKASI VE BÜYÜME

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Dört yazı boyunca ilk önce büyüme hedefinin belirlenmesi, büyümenin sektörel niteliği, büyüme ve dış ticaret politikası ve büyümenin gerektirdiği idari yapı üzerine yazdım.

Dört yazı boyunca ilk önce büyüme hedefinin belirlenmesi, büyümenin sektörel niteliği, büyüme ve dış ticaret politikası ve büyümenin gerektirdiği idari yapı üzerine yazdım. Hedefimiz olan %7 büyümenin gerektirdiği talep yapısının genellikle dış kaynaklı olması gerektiğinden bahsetmiştik. Ancak hali hazırda, %7 büyümenin nasıl sağlanacağı hakkında bir bahis açmadık. Bugün biraz bundan bahsedeceğim.

2040 yılına kadar yıllık ortalama %7 büyüme oranı demek Türkiye’nin uzun dönem denge büyüme oranını değiştirmek demektir. Büyüme iktisadında uzun dönem denge büyüme oranı, adı üstünde uzun dönemde belirlenen, yani aylar veya yıllar değil on yıllar alacak bir değişimin trendi anlamına gelir. Egemen iktisat teorisinde, bir ülkenin uzun dönem denge büyüme oranını belirleyen üç temel parametre vardır: Nüfus artış hızı, amortisman (yıpranan sermayenin yenilenme) oranı ve teknolojik gelişme hızı. 1987 Nobel İktisat ödülü sahibi Robert Solow’un formüle ettiği Neo- Klasik Büyüme modeli, kapalı ekonomi, tam rekabet ve teknolojik yeniliklerin anında herkes tarafından kullanılabilir olduğu (egzojen teknoloji) varsayımları altında, bir kapitalist ekonominin kendiliğinden uzun dönem dengesine ulaşabileceğini ve bu büyüme oranının da yukarıda bahsedilen üç parametreye dayandığını belirtir. Nüfus artış hızı, hiçbir devlet yöneticisinin kontrol edebileceği bir oran değildir ve demografi kanunlarına tâbidir. Amortisman oranı da, kullanılan üretim fonksiyonu ile tanımlı teknik bir orandır, politika yolu ile belirlenemez. O zaman, geriye kalan nedir: Teknolojik gelişme hızı. Bu oran da, Solow’a göre, dışsaldır, yani teknoloji gelişimi iktisattan ve dolayısıyla devletin politikalarından bağımsızdır ve rastlantısaldır. Solow’da ekonominin uzun dönemde bu üç parametreye bağlı bir uzun dönem denge büyüme oranına ulaşmasını sağlayan ise, ekonomide sermayenin azalan getirilere tabi olması ve kişi başına sermaye oranındaki değişimle sistemin kendiliğinde bu uzun dönem büyüme oranında dengeye gelmesidir. Kısaca özetlemek gerekirse, bir ekonominin uzun dönemde büyüme oranı hiçbir politika otoritesi tarafından belirlenemez. Kısa dönemde bu oranı artırabilecek politikalar uygulansa bile, uzun dönemde kişi başına sermayedeki değişimle yine büyüme oranı bu uzun dönem trende geri dönecektir. Yani, ez-cümle, Solow der ki: “Türkiye’nin %5 büyüme trendi %7’ye çıkmaz, çıkamaz… Kendinizi kandırmayın, sisteme tâbi olun, kalkınma hayalleri kurmayın!” (Tabii ki, bu Solow’un bilimsel jargonla ifade ettiği argümanları sizin anlayabileceğiniz dile tercüme eden benim mealim, DMD).      

Solow’dan günümüze, teoride birçok yenilik yapılmıştır. Bunlardan en önemlisi teknolojinin “endojen” olduğu durumları inceleyen modellerdir. Paul Romer, Robert Lucas, Sergio Rebelo gibi iktisatçılar, beşeri sermayeye yatırım ve inovasyon kanalıyla teknolojik gelişmenin ekonomiye içsel hale geldiğini ve bu yatırımların belli bir birikim (spill over) etkisiyle fizikî sermayedeki azalan getirileri telafi ederek artan getirilere yol açtığını vurgulamışlardır. Tabii ki, bu iktisatçılar da devletin hiç müdahalesi olmadan kapalı ekonomi ve tam rekabet şartları altında modellerini kurmuşlardı. Genel olarak Endojen Büyüme modelleri olarak adlandırılan, bu modellerde uzun dönem büyüme oranı Solow’un parametrelerine ek olarak yeni bir parametreye daha bağlıdır: Beşeri Sermaye’nin büyüme hızı. Beşeri sermaye, bir toplumdaki birikmiş bilgi ve eğitim düzeyidir. Eğer düşünce özgürlüğü ve demokrasiyi tam olarak sağlar ve özellikle teknoloji geliştirecek fizik ve kimya gibi müspet ilimlerde adam yetiştirirseniz, o zaman ekonomi Solow’un iddia ettiğinden daha hızlı bir büyüme oranına ulaşır. Burada önemli olan nokta şudur: Büyüme yine piyasa eliyle olacaktır, devletin bu işe karışması hiçbir sonuç vermeyecektir. Hemen, güzel bir örnek olarak, müteveffa Steve Jobbs gösterilir.  Buradan ne anlıyoruz? Bu iktisatçılar ve onların ülkemizde ki şakirtleri (tabii bizim gibi gelişmekte olan ülkelere) mealen diyorlar ki: “Ne fabrikası, ne altyapısı, bunlarla uğraşmayın. Siz aydınlık yarınlara ulaşmak istiyorsanız, Fen Lisesi açın, teknik eğitime yönlenin, bol bol fizikçi, kimyacı ve mühendis yetiştirin. Beşeri ilimler boş işlerdir, iktisatçılık, sosyologluk, edebiyatçılık ve tarihçilik gibi alanlar boşa kürek çekmektir. Siz mükemmel arabalar yapın, ama şoför yetiştirmeyin. Bizde yeterince şoför var. Sizin arabanızı biz süreriz.”

Gelişmekte olan ülkelerin temel hedefi gelişmiş – sanayileşmiş – emperyalist ülkelerle aralarındaki farkı kapatmak olmalıdır. Eğer, emperyalist ülkelerden gelen bu tavsiyelere uyarsak, yani “piyasa dostu” bir büyüme modeli tercih edersek olacağı şudur: 

• Sosyal bilimler, felsefe, tarih ve benzeri alanlardan ziyade, müspet ilim alanlarına eğitimi kaydırırız, 

• Devletin bir kalkınma politikası varsa da onu lağvederiz, 

• Merkez Bankası’nı küresel finans sisteminin ülkemizdeki temsilcisi yapacak hedefler ve stratejilerle donatırız, 

• Piyasalarımızı alabildiğince yabancı sermaye açarız 

• Sanayideki bütün kamu tekellerini özelleştiririz.

Bu durumda yetiştireceğimiz iyi eğitimli gençler için, o düzeyde insanların çalışabileceği işleri sağlamak mümkün olmayacaktır. Bu çocuklarımız, ya düşük profilli işlerde çalışacaklardır ki, bu durumda beşeri sermayemiz heba olacaktır, ya da yurt dışına, yani başta ABD olmak üzere emperyalist ülkelere girmek zorunda kalacaklardır. Her iki durumda da beşeri sermayeyi yetiştireceğiz ama kullanamayacağız. 

Yukarıdaki paragrafta verdiğimiz örneğe gelecek olursak bizim yüksek teknolojili arabalar kadar ehliyet ve liyakat sahibi sürücülere de ihtiyacımız var. Türkiye’nin Batılılaşma sürecinde yapılan büyük hatalardan biri eğitim atılımını hep müspet ilimler de yapmaya çalışmamız olmuştur; bakınız Tanzimat Dönemi. Bu yetişmiş insanları sevk ve idare edecek birikimli, ülkü ve hedef sahibi aynı zamanda idealist sosyal bilimcilerin yeterli düzeyde olmayışı yüzünden, Türkiye bu eksiğini, Batı’da devşirilmiş aydınlar, kerameti kendinden menkul şairler (Türkiye’nin her daim düşünce akımı liderleri şairlerden çıkmıştır), gazeteciler ve benzeriyle kapatmaya çalışmıştır. Bu açığın sebebi, sosyal bilimin temelinin mevcut yapıyı eleştirmekten geçmesidir. Mevcut yapı deyince, iktidardaki siyasi gücü anlayın. Şark kültüründe iktidarların güçlerini tahkim etmek için eleştiriyi engellemeleri bir gelenek haline gelmiştir. Eleştiri ve sorgulama olmayınca, toplumun problemleri açığa çıkmaz halı altına süpürülür, hastalık teşhis edilmezse doğru tedavi uygulanamaz, toplum olduğu yerde kalır. 

Büyüme oranımızı %7’ye çıkarmamız mümkündür, bu da teknoloji düzeyimizi yükseltmekle olur. Teknoloji düzeyimizi, mevcut şartlarda, ancak ve ancak devlet eli ve desteği ile gerçekleştirebiliriz. Devlet desteğinin etkili olabilmesi için yerinden yönetim ve saire ucube söylemlere değil tek merkezden koordine edilecek, ciddi hedefleri ve tutarlı bir çalışma çerçevesi olan bir büyüme programına ihtiyaç vardır. Teknolojik gelişme hangi sektörde, ne kadar zamanda ve nasıl sağlanacak, bu sektörlerde hangi nitelikte ve ne kadar insana istihdam imkânı sağlanacak, bütün bu soruları cevabını içeren kapsamlı, hızlı ve tek merkezden işleyen bir kurumsallaşmaya ihtiyaç vardır. İşadamları da artık “Ya Rabbena, hep bana” dememeli ve taşın altına elini sokmalıdır.  Yoksa emperyalistlerin dolmuşuna daha çok bineriz.