TEFEKKÜR VE TAAKKUL

Cemalnur SARGUT 06 May 2021

Cemalnur SARGUT
Tüm Yazıları
'Tasavvuf', İslami hayatı züht ve takvaya yönelik geliştirmek için bir yol ve bir disiplindir.

 ‘Tasavvuf’, İslami hayatı züht ve takvaya yönelik geliştirmek için bir yol ve bir disiplindir. Önce Kur’ân ilimlerini öğrenmek ve öğrendiğin ilmi, kendi benliğinde nasıl uygulayacağını idrak edebilmek için o ilmin işaret ettiği hakikat üzerinde düşünmek gerekiyor. Yâni tefekkür bir çeşit aktivitedir ama beynin işlemesiyle ilgili bir aktivitedir. Çünkü Kur’ân’ı anlamaktan çok, Kur’ân’ı  ‘yaşamak’ önemlidir. Önce anlayacağız, onun için tefekkür edeceğiz, sonra da onu kendimize uygulayacağız. O bakımdan tefekkür, tasavvufun en önemli unsurlarından biridir. Onun için mutasavvıflara mütefekkir de deriz. Bizim inancımızda bir anlık tefekkür bin yıllık ibadetten daha hayırlıdır, çünkü idrak ‘yaşamak’ demektir. İdrak edebilmek için ise tefekkür etmek, yâni o konu üzerine düşünmek gerekiyor. Dolayısıyla tefekkür çok kıymetli bir ibadettir.

Öncelikle Tefekkür edebilmek için ilim öğrenmek gerekir. İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn’de İmam-ı Gazali Hazretleri “İlim; kendisine koştuğumuz ve kendisi için yanıp tutuştuğumuz bir ufuktur, bir limandır” diyor. Allah, ilmi öğretmek için âlimler lütfetmiştir hattâ Sûfî Muallim Cüneyd-i Bağdâdî meclisine giren öğrencilerine şöyle demiş: “Göklerde oturmanın, ilim öğrenmek için gelen sizlerle oturmaktan daha değerli olduğunu bilsem bile, sizle oturmayı tercih ederdim. İki rekât namaz kılmanın, sizle oturmaktan daha faziletli olduğunu bilsem bile o namazı kılmazdım, sizlerle otururdum, ilim öğretirdim”.

Demek ki, ilmi öğrenmek bu kadar kıymetli olduğuna göre o ilmi anlamak ve idrak etmek için de üzerinde uzun uzun düşünmek lâzım. En önemlisi; o öğrendiğimiz ilmi nasıl yaşar hâle getirmemiz gerektiğini, bunun için de o ilmi kendi nefsimizi tekâmül ettirecek şekilde kendi vücudumuz içinde nasıl uygulayacağımızı idrak etmemiz gerektiğini öğretir âlimler.  Biz de bu konuda tefekkür ederek, düşünerek, idrak ederek diriliriz, yaşamaya başlarız. İlim bu kadar kıymetli olduğu halde, sâdece ilim olarak, bilgi olarak kalırsa beş para etmez; onu ancak diriltmek lâzım, onun için de tefekkür etmek lâzım.

 ‘Akıl’ın esas tarifi, “Allah’a bîat etmiş, Allah’ın emirlerine sorgusuz sualsiz uymuş bir beyin” demektir. Dolayısıyla Allah’ı idrak edemeyen, Allah’ın ilmiyle ilişki kuramayan, yâni bilgiyi ‘hikmet’e çevirmeyen kişi için, nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın ‘ölü demektir, onun için de hiçbir faydası yoktur. O halde bütün ilimler, sâdece Allah’ı tanımak için vardır, yoksa ‘ahmak’ oluruz. ‘Ahmak’ın da en güzel anlatımı, Mevlânâ Hazretleri’nin şu hikâyesindedir: O zamanlar yıldız ilmi çok meşhurmuş. Bir öğretmen bir çocuğa yıldız ilmi öğretiyor ve yıldız ilmiyle çocuk birçok şeyi görebiliyor, bulabiliyor. Öğretmen bütün bu öğrettiklerinin sonucunda, avucuna bir yüzük saklıyor, herkese gösteriyor ve çocuğa soruyor : “Avucumda ne var?” Çocuk: “İçi boş, yuvarlak bir şeydir” diyor. Herkes ‘bravo’ diyerek alkışlıyor. “Peki, nedir?” dediğinde, “Kalbur” diyor çocuk. Yâni çocuk her şeyi biliyor fakat kalburun avuca sığmayacağını düşünemiyor, tefekkür edemiyor, idrak edemiyor. Buradan anlaşılıyor ki; ‘ahmaklık’, o ilmin seni Allah’a götürdüğünü idrak edememektir. Her şeyi bilmek fakat o bildikleriyle Allah’la ilişki kuramamaktır. Dolayısıyla tefekkür; Allah’la ilişki kurmak için, oturup ilmi düşünüp hâl hâline geçirebilmektir.

Akletmeye gelince, Kur’ân-ı Kerim’in “Aklınız yok mu ki göremiyorsunuz?” Yâhut “Kalbiniz yok mu ki idrak edemiyorsunuz?” dediği gibi, akletme iki şekildedir.

Birincisi; Akıl; Furkan’ı anlar, yâni farkı görür. Furkan, ‘farkı görmek’, ‘iyiyi kötüden ayırmak’ demektir, ‘yanlışa yönelmemek, doğruya yönelmek’ demektir. Onun için cüzî akıl da insan için çok önemlidir.  Fakat İkinci ayette olduğu gibi asıl hikmet kalbe iner. Yani idrak ettiğimiz, yâni tefekkür edip ‘tamam, anladım’ deyip nurlandırdığımız yer; kalbimizdir. O, ilimlerin hepsinin iç yüzünde Allah’la irtibat kurduran yegâne organımızdır.

Tasavvuf kültüründe mutasavvıf, ‘yaşayan kişi’ demektir.Yâni sâdece ‘bilen’ değil, ‘âlim’ değil, aynı zamanda ‘idrak eden, yaşayan ve herkesin iç yüzünü, gönlündeki hakîkati bildiği için, ona göre onu kendi çapında idrâke yönlendiren kişi’ demektir. Onun için mürşitsiz bir tasavvuf yolu düşünülemez, öğretmensiz bu yollar gidilemez, çünkü bizim nerede neyi düşünmemiz gerektiğini o bize öğretir ve hatırlatır.

Ebû Hüreyre, Hz. Peygamberden naklederek şöyle anlatmaktadır: Peygamber Efendimiz Uhud Savaşı’ndan döndüğünde, insanların şöyle konuşmalarını duymuş; “O daha güzel savaştı… bu daha başarılıydı… şu daha cesurdu…” gibi. Peygamber tabii bu dedikoduları kesmiş ve şöyle demiş: “Onlar akılları miktarınca savaştılar. Dereceleri, kıyâmet günü geldiği zaman niyetleri ve akıllarına göre verilecektir” Buradan da anlaşılıyor ki; insan, tefekkür edip kendine uyguladığı ölçüde, Allah indinde değer kazanacaktır. Kıyâmette de onun kıymeti o kadar olacaktır.

Hz. Âişe: “Kıyâmet gününde insanlar amellerine göre karşılık almıyor mu?” diye sorunca, Peygamberimiz: “Yâ Âişe! İnsanlar, kendilerine Allah’ın verdiği akıl miktarınca amel ediyorlar. Onun için amelleri akıllarının derecesini gösteriyor” diyor.

İnsan olmanın en büyük özelliklerinden biri de; ünsiyettir. Başkalarıyla da bu idrak sayesinde, yâni Allah’ın her yerde tecellî ettiğini idrak sayesinde, ancak iyi geçinmeyi öğrenebiliriz; başka çâre yok. Demek ki ilmin mutlaka tefekkür edilip ‘idrak’ hâline dönmesi gerekiyor vesselam.